Operaların unutulmaz sesi: Şule Köken
23 yıldır Ankara Devlet Opera ve Balesi’nde opera repertuarının en zorlu karakterlerini söyleyen Soprano Şule Köken ile meslek hayatı ve Ankara sanat yaşamı üzerine sohbet ettik.
1978 yılında Ankara Devlet Konservatuarı’nda Keman bölümüne kabul edildiniz fakat 15 yaşınıza geldiğinizde gelecek kariyeriniz için hayati önem taşıyan bir karar alarak Opera bölümüne geçtiniz. Küçük yaşlarda aldığınız bu önemli kararın sebebini sorabilir miyim?
Sahne tutkusu… Çocuk yaşlarınızda konservatuara girdiğinizde çok ağır bir eğitim süreciyle karşı karşıya kalıyorsunuz ve 11 yaşınızda gelecekteki mesleğinizin ne olacağını biliyorsunuz. Ben kendimi hiçbir zaman bir keman sanatçısı olarak düşünemedim. Konservatuarda keman öğrencisiyken de Opera ve Tiyatro bölümlerinin sahne derslerine girer, koro çalışmalarını izlerdim. Dolayısıyla aklım hep sahnedeydi. Yine de keman çalmam, küçük yaşta müziği öğrenmemi sağladı ve şarkıcılığıma çok büyük, olumlu bir etkisi oldu.Opera bölümüne geçmek istediğimde ailem de hocam Cengiz Özkök de itiraz etti. Hocam Cengiz Özkök’e, “Ben artık keman çalmak istemiyorum.” dediğimde bana, “Bunu yapamazsın çünkü çok yeteneklisin ve iyi şeyler yapacağına inanıyorum” diyerek karşı çıktı. Fakat ben onları dinlemedim ve gizlice şan sınavlarına çalıştım. Yine gizlice sınava girdim ve kazandım. Yıllar sonra okuldan dereceyle mezun olduğumda senfoni orkestrasıyla bir konser yaptık. Orkestranın başkemancısı da Cengiz Özkök’tü ve konserden sonra yanıma gelip bana “İyi ki beni ve aileni dinlememişsin” dedi. Hayatım boyunca kendim için aldığım en doğru karardı bu.
Sesinizin dünyaca ünlü soprano Maria Callas’ın sesine olan benzerliği üzerinde çok duruluyor.
Ben bir Callas hayranıyım. Çocukken de öğrencilik yıllarımda da çok dinledim Callas’ı, hâlâ da severek dinlerim. Onun büyük bir opera şarkıcısı ve çok büyük bir aktris olduğunu düşünüyorum. Bizim zamanlarımızda şimdilerdeki gibi kayıtlara ulaşmak kolay değildi. Dinlemek ya da izlemek için mutlaka bir yerlerden ya da birilerinden almak zorunda kalıyorduk o kayıtları. Bir kaydını bulduğumda mutlaka dinlediğim iki-üç sanatçıdan biri Callas, bir diğeri de Freni’dir. Açıkçası ben Callas’tan etkilenmiş olabilirim çünkü biz öğrencilik yıllarımızda birçok şeyi “dinleyerek” fark ettik. Asım Cem Konuralp isminde çok sevdiğim bir hocam vardı. Çok büyük bir arşive sahipti ve biz bütün günümüzü onun evinde geçirirdik. Mesela La Bohème’i 10 ayrı kayıttan dinletirdi bize. Çok şey öğrendik onun sayesinde. Nihayetinde sesim Callas’a benzetiliyorsa, bu hoşuma gider tabii.
Bir röportajınızda “Çok özenli bir hayat sürmüyorum” demişsiniz. Özenli bir hayat sürmek sizin için yaratı özgürlüğünüzün baltalanması anlamına mı geliyor?
Bu her sanatçı için geçerli olan bir şey değil. Ben çok opera şarkıcısı tanıyorum. Boynunda sürekli atkıyla gezen, soğuk bir şeyler içmeyen, alkol tüketmeyen, sigara içmeyen, dondurma yemeyen, gece dışarı çıkmayan… Bu şarkıcılar kendilerini bu şekilde besliyor olabilirler ve aslında olması gereken de budur. Ama ben maalesef böyle yaşayamıyorum, kendimi sıkışmış hissediyorum. Yapmak istediğim şeyleri yapamadığım zaman daha agresif, kendini ifade edemeyen bir yönüm çıkıyor ortaya ve artık “ben” olamıyorum. Tabii ki çok uzun süre çalışmam gerektiğinde, daha iyi uyumaya ve yemek yemeye özen gösteriyorum ama bu her zaman olan bir şey değil.
Ankara’da yıllar önce Cavalleria Rusticana operası ile zihinlere kazınmışsınız. Santuzza’yı en iyi söyleyen seslerden biri olarak anılıyorsunuz. Bu karakter ile birlikte bu kadar çok anılmanızı neye bağlıyorsunuz?
Ben Santuzza’yı söylediğimde üç senelik bir aradan sonra sahneye çıkmıştım ve şarkı söylemeyi çok özlemiştim. Santuzza sevdiğim bir partidir ve severek söylediğimi hatırlıyorum. Ayrıca o prodüksiyonda oldukça “açık” ve yaratıcı bir rejisörle çalışmıştım. Böyle düşünülüyorsa çok mutlu olurum tabii.
Geçen sezonlarda adeta can verdiğiniz Lady Macbeth karakterine gelecek olursak… Acaba bir insan nasıl bir ruh hâline bürünür de bu kadar “kötü” bir karakteri bu kadar inandırıcı bir oyunculukla canlandırabilir?
Ben çalıştığım her partiyi, sadece söyleyeceğim frazlar olarak düşünmüyorum. Çünkü bir karakteri canlandırmak, sadece sesle ifade etmeye çalışarak yapılabilecek bir şey değildir. Sahneye çıkıp eğer Lady Macbeth’i oynuyorsam burada Shakespeare’i atlayamam. Lady Macbeth karakterini sadece sesle ifade edemem. O karakteri bünyemde sindirmem gerekir. Ben çalıştığım her karakteri derinlemesine düşlüyorum. İşte o zaman bunun sese yansıması çok farklı oluyor ve seyirciye ulaşabiliyorum. Doğru hissetmeliyim ve samimi olmalıyım ki seyirciye ulaşabileyim.
Bu sezon Ankara’da Tannhäuser operasında Elisabeth karakterine can vereceksiniz. Wagner’e alışabildiniz mi?
Wagner’e kolay alışılmaz. Özellikle uzun süre bel canto söyleyen bir şarkıcı için Wagner’e alışmak hiç kolay değil. Wagner’in daha rafine bir stili var. Çok daha itinalı, düz söylemek ve biraz da enstrüman gibi olmak gerekiyor. Bir Wagner operasında söylemek benim için de hiç kolay değil ama oldukça zevkli.
Bir esere hazırlanırken o eserin daha önceki kayıtlarını da dinleyerek çalışıyor musunuz?
Daha yolun başındayken öyle çalışırdım ama şimdi öyle çalışmıyorum. Genelde eseri elime ilk aldığımda önce müziğini çözmeye çalışırım, sonra karaktere ve hikâyeye odaklanırım. En son aşamada bildiğim iyi kayıtlar varsa elbette onları da dinlerim.
Zihninizden silinmeyen bir opera kaydı var mı?
Callas’ın Giuseppe di Stefano ve Tito Gobbi ile birlikte yer aldığı Tosca kaydı.
Benim gözlemleyebildiğim kadarıyla özellikle Ankara’da bir operacının performansının ardından genelde teknik konuların üzerinde fazlaca duruluyor. Sizce de “hissetme” mevzusu atlanıyor mu?
Operada iyi bir tekniğiniz olmadığı sürece kolay kolay şarkı söyleyemezsiniz. Tabii, sadece iyi bir tekniğe sahip olmak da yeterli değildir. Opera şarkıcısının tekniğin yanında iyi bir oyunculuğunun da olması gerekir. En önemlisi de, “soğuk” bir kafası ve “sıcak” bir kalbinin olmasıdır. Bunlar sizde bir bütün hâlinde var olduğu sürece bence ortaya iyi şeyler çıkarabilirsiniz.
Yine o röportajınızda, “Benim derdim, seyirciye sesimden önce kalbimin ulaşmasıdır” demişsiniz…
Ben sahnedeyken opera eleştirmenleri için değil, beni izlemeye gelen halk için şarkı söylüyorum. En başta ise kendim için söylüyorum. Kendi yaptığım işten ne kadar tatmin olursam ve ne kadar kendim için söylersem o kadar da seyirciye ulaşacağını düşünüyorum.
Bir spinto soprano olmanın operada bir avantajı ya da dezavantajı var mı?
Bir spinto sopranoysanız, genelde ağır partiler söylersiniz ve daha dramatik karakterler canlandırırsınız ve spinto sesler genelde sahnelenmesi risk almayı gerektiren operalarda söylerler. Bu durumda çok fazla sahnede olamayabilirsiniz. Spinto soprano olmanın avantajı ise sahnede opera repertuarının efsaneleşmiş karakterlerini canlandırmanız bence.
Öğrenci yetiştirmek mi zor, yoksa opera söylemek mi?
Öğrenci yetiştirmek elbette çok güzel bir şey ama opera söylemekten çok daha zor ve yorucu bir iş. Ben Başkent Üniversitesi’nde haftada sekiz saat ders veriyorum ama inanın günde iki opera söylesem daha az yorulurum. Bazen çocukların problemleri oluyor ve derse adapte olamıyorlar. Bu durumda çocuğa şarkı söyletemezsiniz. Çünkü şarkı söylemek için aynı anda kafanızın çalışması ve konsantrasyonunuzun yerinde olması gerekir. O yüzden bazen öğrenciyle uzun uzun konuşmak ve derse adapte etmeye çalışmak gerekebiliyor. Benim için her çocuk çok büyük bir sorumluluk demektir.
Söylemeyi hayal ettiğiniz bir opera var mı?
Kesinlikle Salome. Çünkü Salome benim sahnede kendimi bir oyuncu olarak ve teknik olarak aşabileceğim bir parti. Her zaman Salome söylemeyi istemişimdir.
Söylerken en çok kendinizden bir şeyler bulduğunuz ve o operanın içinde gerçekten yaşıyormuş gibi hissettiğiniz bir karakter var mı?
Tosca.
Ankara’da geçen öğrencilik yıllarınızı özlüyor musunuz? O zamandan bu zamana Ankara’nın sanat yaşamını nasıl görüyorsunuz?
Elbette özlüyorum. O zamanlar konservatuarlarda daha disiplinli, daha özenli bir eğitim verilirdi. Şimdiki gibi çocuklar özel dersler alarak gelmezlerdi konservatuara. Herkesin doğalında ne varsa ona değer verilip konservatuara alınırdı. O sene beş tane iyi ses varsa beş öğrenci alınırdı. Şimdilerde konservatuarlar konservatuar durumundan çıktı ve üniversite oldu. Bütün yapı değişti anlayacağınız. O yüzden artık üniversiteler 20 kişilik kontenjanını doldurmaya çalışıyor, 20 kişilik “yetenek” olmamasına rağmen.
Bildiğiniz gibi Ankara Devlet Konservatuarı eski binası da “Mamak Kültür Merkezi” ismi altında Belediye’nin bir “hizmet üssü” hâline getirildi…
O hiç yapılmaması gereken bir şeydi. Eğer oradan çıkılması gerekiyorsa oranın olduğu gibi bir müze hâline getirilmesi ya da yine sanat için kullanılması gerekirdi. Yani nikâh salonu olarak kullanılması bizler için de halk için de hiç iyi olmadı.
Söyleşimize son vermeden önce söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Ben 23 senedir sahneye çıkıyorum ve emekli olmadan evvel tek hayalim yeni bir opera binasına sahip olmamız. Çünkü şu anda içinde çalıştığımız yer bir opera binası değil, burası bir sergi salonu ve biz burası sanki bir opera binasıymış gibi davranıyoruz. Bu bina hem sanatçılar hem teknik ekip hem de izleyiciler için limitini doldurmuştur artık. Bu binayı yenileyerek hiçbir yere varamayız. Artık “gerçek” bir opera sahnesine sahip olmanın zamanı geldi. Ben yurtdışında çok fazla yokluk içinde olan opera sahnesi gördüm ama hiçbirisi bizim sahnemiz kadar yetersiz durumda değildi. Oralarda sesinizi çıkarmak, seyirciye kendinizi duyurmak için dünyanın zorluğunu çekmiyorsunuz. Biz burada 600 kişiye sesimizi duyuramıyoruz. Bu kadar değerli sanatçıları olan bir şehrin, böyle bir opera binası olamaz. Biz yurtdışında şarkı söyleyen opera şarkıcılarından çok daha fazla enerji harcayarak şarkı söylüyoruz. Bu bize kesinlikle yakışmıyor. Çünkü bu kadar çok büyük alışveriş merkezi olan bir başkentin, düzgün koşulları olan yeni bir opera binasının olamamasını yadırgıyorum.
Haberi Duyur
Kısa Adres: http://gorunum.tk/2067
Yol: Ana sayfa » Yazılar » Operaların unutulmaz sesi: Şule Köken
Bir cevap yazın