Kızılca’da yayla zamanı
Karlar erimeye, bahar yüzünü göstermeye başladığında büyük bir bayram havasında yaylaya hazırlıklar da başlıyor.
Yaylacılar eşyalarını katırlara, atlara yükleyip, zirvelere doğru yola koyuluyorlar. Havaların soğuk olmasına aldırmadan yük hayvanları sıra sıra dizilip; koyunlar, keçiler, yeni doğmuş kuzular, birbirine katılıyor, büyük bir şenlik havasında yayla yollarına düşülüyor. Birçok insan “Yaylaya çıkmak bizim ve hayvanlarımız için gerçekten bir bayram gibiydi.” diyor.
Yayla göçü, yaylaya varana kadar hemen hemen bir günlerini alıyor. Yaylaya varıldığında üzeri toprakla örtülü, duvarları yere gömülü, adına köm dedikleri dağ evine yerleşiyorlar. Bahar yeni gelmiş, havalar henüz ısınmadığı için bu kömlere yerleşiliyor. Böylece baharın serin havasından korunuyorlar. Burada bir süre kalındıktan sonra, havalar biraz ısındığı zaman, tekrar göç başlıyor, bu sefer daha uzaklara gidiliyor. Orada kara kıldan yapılma çadırlar ( kıl çadır ) kuruluyor ve çadırlara yerleşiliyor. Havalar daha fazla ısındıktan sonra, yeniden bir göç daha başlıyor. Bu üçüncü göç, kışa kadar kalacakları yer oluyor. Orada ağaç dallarından yapılan, adına hayma dedikleri evlere yerleşiyorlar. Kış gelip kapıya dayandığında, evlere dönüş de başlıyor. Ta ki bir sonraki bahara kadar.
Yaylaya hem hayvanların daha iyi beslenmesi, hem de yağ, peynir, çökelek gibi süt ürünleri elde etmek amacıyla çıkılıyor. Ancak günümüzde yayla yaşamı kaybolmaya yüz tutmuş durumda. Her ne kadar yaylalara çıkılıyorsa da yaşlılarımız o eski günleri yâd ederken gözlerindeki ifadelerden, bir şeylerin elimizden kayıp gittiğini anlamamak mümkün değil. Eskiden yaylalara katırlarla, atlarla gidilirken şimdilerde ulaşımın kolaylaşmasıyla birlikte araçlarla belirli yerlere kadar geliniyor, oradan da yük hayvanlarıyla eski usul yola devam ediliyor
Bir gün boyunca, yaylacıların yaşamlarını gözlemlemek amacıyla gittiğim Kahramanmaraş’ın küçük ama sevimli bir ilçesi olan Nurhak Dağları’nda yaylacıları arıyorum. Bana aileden tanıdığım Ali Uzun rehberlik ediyor. Yaylacılar ve yaylacılık hakkında çok şey bildiği anlaşılıyor. Ali Uzun dağları, ovaları, yaylacıların yaşadıkları her yeri adı gibi biliyor. Benim gibi, onun da gözlerinden heyecanlı olduğu anlaşılıyordu. İç geçirerek “dağları çok severim” diyor.
Yoldayken etrafta işaret edebileceği bir şey yoksa bize anılarını anlatmaya başlıyor. Aslında daha çok, çocukluğunda kendisinin de yaylaya çıktığından ve yaylada zaman geçirmek için oynadıkları, oyunlardan bahsediyor. Bunlardan birkaçını sayıyor bize: çelik çomak, Gıngıç, (yere bir direk dikiliyor onun üstüne de uzun ve soyulmuş oval bir ağaçtan direk konup uç kısımlarına binilerek daire biçiminde yaylanılarak dönülen bir oyundur.) Holgala, bir diğer adıyla dikili taş, (bu oyun da dikili duran taşların hepsini kim önce yıkarsa o grup oyunu kazanıyor. Kaybeden taraf, kazanan tarafı sırtın da taşıyor.) bir diğeri ise, Kızgın taştır (bu oyun genellikle gece oynanan bir oyundur. Önce obanın meydanına bir ateş yakılıyor. Bir taş ateş de kızdırılıp herkes gözleri kapatıyor. Ebe kızgın taşı fırlatır, kim taşı bulup gizlice ebeye getirirse, o grup kazanıyor. Ve yenilen tarafa kömbe yaptırılıyor.) Bunlar yaylacıların boş zamanlarında oynadıkları oyunlar. Bazen çocuklar, bazen ebeveynler oyuna dahil olup, büyük küçük demeden herkes toplanır, bu oyunları oynarlar. Ali Uzun “nerede o eski yaylacılık” diyerek gülümsüyor. Şimdilerde böyle oyunların oynanmamasına iç geçiriyor.
Yola devam
Gideceğimiz yere doğru yola devam ediyoruz. Kızılca, Tatar deresi, Mıstıbılla, Şerbet, Akpınar, Kurbağlı, Ayran, Tarko ve Aydeliği gibi daha sayamadığım bir çok yayla bulunuyor. İçlerinden sadece birini araştırma fırsatım oldu, Kızılca yaylası. Ama diğer yaylaların da birçok güzelliği içinde barındırdığına inanarak, en kısa zamanda gidip görülmesi gerektiğini düşünüyorum.
Hava yağmurlu, yollar çamurdu ama zorda olsa Kızılca’ya ulaşıyoruz. Çadırların kurulu olduğu yere gitmeden önce, bizi ilk koyunları otlamaya çıkaran, yaylada çobanlık yapan, Abdurrahman Göksu karşılıyor ve sürüsüyle birlikte yanımıza geliyor. Sabahın erken saatlerinde sürüyü tepelere beslenmeleri için çıkarmış, öğlen vaktinin gelmesini bekliyor. Yaylaya dönüp hayvanlar sağılana kadar Abdurrahman Göksu, karnını doyurduktan sonra tekrar tepelere çıkacak. Ta ki güneş batana kadar çadıra dönmeyecek. Hava da nedendir bilinmez, inadına soğuk ve yağmurluydu. Ancak bir süre sonra bulutlar yerini güneşe bıraktı. İşte o zaman, ucu bucağı olmayan yaylaların ve üzerinde yeşil bir mont olan çobanın fotoğraflarını çekme fırsatı yakaladım. Bir kilim gibi boydan boya yaylayı kaplayan yeşillikler, dimdik duran kayalıklar ve uzaktan da olsa görebildiğim Kızılca Yaylası’nın fotoğrafları bunlar. Sıcak gülümsemesiyle çoban da, koyunları keçileri ile poz veriyor ve kolay gelsin diyerek bizi uğurluyordu. Daha sonra çobanın yanından ayrılıp, dağın eteklerine kurulmuş olan kıl çadırların yanına doğru, yavaş yavaş yürümeye başlıyoruz.
Sonunda çadırların bulunduğu yere gelmiştim, eşsiz güzelliğin sahibi Kızılca Yaylası’na. Sanki kocaman bir dağ, çadırları kucağına almış bırakmak istemezcesine sımsıkı tutuyordu kollarında. Çadırlara yaklaştıkça tuhaf bir heyecan sardı beni. Oraya geldiğimizde yurdum insanının sıcaklığıyla karşılaştım ve bir kez daha anladım ki saf, temiz ayrıca misafirperver insanımız gibisi yok. Bizi Ali ve Sultan Göksu karşıladı. Ardından Elif Göksu ve diğer çadırlarda yaşayanlar. Geldiğimizi gördüklerinde birer birer büyük çadırın etrafında toplanmaya başladılar. Bütün o zorluklara, soğuğa, yağmura, olumsuz şartlara karşı çok sıcak ve güler yüzlüydüler. Önce, hemen bir iki poz istedim onlardan, hiç de kırmak istemez yurdum insanı, fotoğraflarını çekmemi büyük bir istekle kabul ettiler. Sonra çadırlarına buyur ettiler. Büyük bir heyecanla, sabırsızlıkla girmek istedim çadıra, göreceklerim neydi, nasıl bir yaşamdı.
Dışarıda beklerken içeriden gülüşmeler konuşmalar duyuluyordu, merakla çadıra girdiğimde, kadınların çıtır çıtır yanan soba etrafında toplanıp, geleneksel, hemen hemen her evde yapılan bir ekmek türü olan, kömbeyi yaptıklarını gördüm. Kadınlar karınca misali çalışıyorlardı. Kimi çay demliyor, kimi kahvaltıyı hazırlıyor bir yandan da çobanın gelmesi bekleniyordu. Hep birlikte içeri girdik, birkaç fotoğraf çektikten sonra Ali Göksu yaylacılık anılarıyla ilgili koyu bir sohbete başlıyor. Bense onları sobanın başında, güzel yayla çayını yudumlayarak dışarıdan seyrediyordum, dalmışım, çayımın bittiğinin farkına vardım ve mis kokulu yayla çayından bir daha aldım.
Kızılca’da toplamda dört çadır vardı. Yaylacılar bir araya gelerek büyük çadırda, yaylada tek sobası olan çadırda toplanıyor, sabah akşam yemeklerini burada hep birlikte yiyorlar. Sadece yatmaya kendi çadırlarına gidiyorlardı. Neden böyle diye soruyorum, Elif Göksu’ya “çok az aile var. İşleri yaparken çok zorlanıyoruz burada kalanların hepsi akraba olduğu için aynı çadırda toplanıyoruz” diyor.
Nisan ayının sonlarında yaylaya çıkılıp, haziranın üçünde ise sıcak, yeşilliğin bol olduğu, daha iyi verim alabilecekleri bir yere göç edilirmiş. Ta ki Eylül’e kadar, o zaman evlere dönüş başlayacak.
Eskiden Kızılca’da, dört çadırdan daha fazla yaylacı yaşarmış. Çocuklarını da alıp kurulurlarmış, şimdilerde ise sadece büyükler çıkıyor yaylaya. Çocuklarını evde bıraktıklarını, çünkü hepsinin okuduklarını, yaylacılığı da onlar için yaptıklarını söylüyorlar. Zaman her şeyi değiştirdiği gibi yaylacılığı da değiştirmiş.
Kızılca’da bir gün
Sabahın erken saatlerinde beş altı gibi kalkılıyor, erkekler hayvanların beslenmeleri için tepelere, daha yükseklere çıkıyor. Kadınlar ise yemek hazırlamak, davarı (sürüyü) sağmak, katık işleriyle uğraşıp, erkeklerin dönüşünü beklemekle geçiriyor günlerini. Öğlen vakti geldiğinde, önce koyun ve keçiler, sonra kuzular yayılmadan geliyor. Sürüler tekrar yayılmaya götürülüyor, akşam da altı yedi gibi güneş batarken ağıllarına getiriliyor. Sürüyü yarı yere kadar taşlarla örülmüş, kalan diğer yerlerinin de tel örgüyle çevrelendiği yere koyuyorlar.
Hayvanlarını kurtlardan korumak için de iki kangal köpek bulunduruyorlar. Her ne kadar köpek de bulundursalar, yaylacılar evlerine dönene kadar, birçok hayvan telef oluyor. Geriye kalan hayvanların birçoğu ise pazar yerlerinde alıcısını bekliyor. Satış, göç bitimin, de evlere dönüldüğünde gerçekleşiyor.
Ali Göksu, 88 yaşında olmasına rağmen, oradan oraya kaçışan sürüyü bir araya getirebilmek için koşuşturup duruyordu. Bir araya getirilen hayvanlar sıra sıra sağılıyor, bir kadın sağım taşına oturup keçilerin başını tutuyor, diğer iki kadın ise bu keçileri sağmaya başlıyordu. Bir başkası ise keçileri tek tek sağım yapanlara doğru getiriyordu. Sağılmış hayvanlar birer birer su içmek için tekneye (hayvanların su içmesi için yapılmış yer) koşuyor kimisi de yeşilliklere atıveriyordu kendini. Ta ki bir daha ki yayılıma çıkana kadar.
Sağılan sütler; peynir, yoğurt, çökelek, katık (tarhana yapımında kullanılır) yapılıyor. Bu ürünleri ise önce kendi ihtiyaçları için sonra bir kısmını ise satıp diğer ihtiyaçlarını karşılamak için yapıyorlar. Yaylada bir gün böyle zorlu geçerken, onların işlerini severek yapmalarını, neredeyse yaz bitimine kadar bıkmadan usanmadan aynı işleri her gün yapmalarını hayranlıkla izledim.
Gitme zamanı geldi
Bölgeden ayrılırken son kez bakıyorum orada yaşayanlara. Dağlara, herkesten daha uzak yaşamlara, bir daha görüşmek üzere diyorum. Son kez bakıyorum, farklı yaşamlar, farklı hayatlar görmezden gelinemez diye düşünüyorum. Hayatımızda bu insanların her zaman olacağını unutmayalım. Biz uzaklaşırken onlar da yaşamlarına kaldıkları yerden devam ediyorlar. Oradan ayrılırken içimi tuhaf bir heyecan ve hüzün kaplıyor. Bölge, yavaş yavaş gözden kaybolup, yerini karanlığa bırakıyor.
Haberi Duyur
Kısa Adres: http://gorunum.tk/1944
Yol: Ana sayfa » Yazılar » Kızılca’da yayla zamanı
Bir cevap yazın