31 Ekim 2024, Perşembe - 17:02

  • google plus
  • twitter
  • facebook
  • rss

Güneş yürekli insan: Yaşar Kemal

Tarih: 28 Şubat 2018

|

Kategori:

|

Yazdır

|

Okunma: 396

Yalnızca Türk edebiyatının değil gazeteciliğinin de en önemli temsilcilerinden Yaşar Kemal’in gazetemiz GÖRÜNÜM’ün 4’üncü sayısında GÖRÜNÜM muhabirleri Şule Büyükçizmeci ve Havva Can tarafından yapılan bir söyleşisi bulunmakta.

Gazetemiz GÖRÜNÜM’ün arşivlerinde koca çınarla yapılan bir söyleşi bulunuyor.  1981 yılında yayın hayatına başlayan GÖRÜNÜM’ün o yılın Mayıs ayında yayımlanan 4’üncü sayısında yer alan söyleşiye bir sayfadan fazla yer ayrılmış. Yazarın İstanbul’daki evinde dönemin GÖRÜNÜM muhabirleri Şule Büyükçizmeci ve Havva Can tarafından yapılan ve aşağıda kısa bir bölümünü okuyabileceğiniz bu söyleşiyi, 112’inci sayımızda tam metin olarak tekrar yayımlayacağız.

1981 Mayıs – GÖRÜNÜM

Şule Büyükçizmeci / Havva Can

İşin doğrusu epey nazlandı Yaşar Kemal bu görüşmeyi yapmak için. Dostça karşılandık. Sıcak sıcak bakıyor, gülünce yüzü çocuklaşıyor. Ciddi görünüşünün ardında muzip bir anlatım var. Karşılıklı oturup bakıştık bir süre. “Bakma kız öyle”! Eşi Tilda çaylarımızı getiriyor. Sabahın on biri, geniş camlardan içimize dolan güneş daha yakınlaştırdı bizleri. “Neden röportaj yapmak istemediniz?”. “Bıktım artık. Bu kadar basit” Görünüşte isteksiz. Aksilik bu ya teybimiz çalışmadı. İki arkadaş şaşkın şaşkın birbirimize bakarken bize kendi teybini veriyor. Pil aldırtıyor kapıcıya. Hiç acelesi yok. Oysa konukları gelecekmiş birazdan. “İşte oldu. Sorun bakalım” diyor.

Çukurova’nın bağrından çıkan Kemal Sadık Göğceli bugünün “Yaşar Kemal’ini” nasıl değerlendirecek? Gözlerini bir noktaya dikip, kısa bir an dilimine tüm geçmişini sığdırarak yanıtlıyor sorumuzu.

“Fazla zor olduğunu sanmıyorum. Yaşar Kemal olmanın. O kadar da büyütmüyorum işi. Bir kere ben –romancı olarak- talihli doğmuş bir adamım. Çok güzel Türkçe konuşulan bir bölgede doğdum. Karacaoğlan’ın, Köroğlu’nun söylendiği bir bölgede geçti çocukluğum. Hiçbir okur yazar yoktu o bölgeden. Aşağı yukarı bizim köyden ilk defa okula giden benim. Dokuz yaşındayım. Kendi isteğimle gittim okula. Mehmet adında da bir arkadaşım vardı. Ceyhan Irmağına aşarak karşı köye Boranlı’ya her gün yürüyerek gider gelirdik. Orta okula Adana’da devam ettim. Ondan sonra çok işte çalıştım, çok yaşadım, okudum. Yaşamı görmek çok ilginç bir yazar için. Ben insanı – doğayı birlikte yaşadım. Bu bir zenginleşme demektir. Dilde zenginleşmek… doğayla ilişkide olmak, doğada zenginleşmek; böceğiyle, kuşuyla, kurduyla, sıtmasıyla, tüm belalarıyla. Eğer biraz bir şeyler yapabilmişsem benim insanlarla ve doğayla çok derin ilişkilerim olmasındandır.

(Tam ikinci soruya geçecektik ki kapı çalındı. Üçümüz bakıştık oldu mu ya dercesine. Çünkü hızlanmıştı Yaşar Kemal’in dili. Türkan Şoray, Atıf Yılmaz, Arif Keskiner’le karşı karşıyayız. Yaşar Kemal konuklarına dönüp “Biz çocuklarla içerde konuşacağız” diyor, bizi küçük bir odaya götürüyor. )

“İkinci sorumuza geçelim mi” diyoruz. “Bekliyorum.”

“Homeros’un oğlu”, “Anadolu’nun Homeros’u” diyorlar sizin için. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Bunlar kolay laflar. Hiç ilgisi yok. Uyduruyorlar. Ben epik yazmıyorum. Roman yazıyorum, epiklerden ise çokça yararlanıyorum. Benim yazdıklarımla epopenin hiçbir ilgisi yoktur. Erişilmez bir doğa betimlemesi vardır Homeros’ta. Ben bunun üzerinde durdum. Nasıl yapmış bunu. Bu erişilmezlik Karacaoğlan’da da vardır. Sonra düşündüm ki insanoğlu yüzbinlerce yıldan beri doğayla karşı karşıya. Halk, doğa betimlemelerini klişeleştirmiştir. Dilden dile geçirmiştir. Örneğin Karacaoğlan’da geçen “Esrim esrim geçen turnalar” mısrası Homeros’ta da vardır. Dadaloğlu’nda da, Manes Destanı’nda da vardır. Halk doğa parçasını nasıl görmüşse, onu dilden dile geçirmiş, o anlatımı güzelleştirmiştir. Büyük halk sanatçıları da onlardan yaralanmışlardır.

Ya masalcı denilmesini nasıl karşılıyorsunuz?

Katılıyorum. Bu benim için büyük bir iltifat oluyor. Ama o da doğru değil. Bir masal binlerce yıl suyun altında kalmış bir mücevher gibi sayısız ustalar tarafından işlenerek yapılır, ama milyonlarca insan tarafından. Destanı anlatıcı, usta yapmaz. Onun çırağı da yapmaz. Halkla birlikte yapılır destanlar. Bir adamın halk destanlarına has masal yazabilmesi olacak şey değil. Öyle gücüm olsaydı büyük yazar olurdum, öyle gücüm yok benim. Çok iltifat ediyorlar, onlar beni büyük yazar sanıyorlar.

(Hayır hiçbir büyülenme yok onda. Çukurova’nın sıcaklığı var sesinde, ekin biçen, pamuk toplayan bir emekçinin elleri gibi gözlerimin takılıp kaldığı elleri. “OFF OFF.” “Ne oldu kız?” “Hiç, düşündüm de.” )

“Sözcüksüz yazabilmek istiyorum” diyorsunuz. Biraz açıklama yapar mısınız?

En yalın yazmak. Bizim çağımızda anlatım sanatını çok kötüye götürdüler. Çok karmakarışık yazıyorlar. Yani sözcüksüz yazabilmek, en yalın yazabilmek diyorum. Sonsuz sade yazmak. İnce Memed romanını fazla tutmazdım. Adımı koymak istemedim. İlk romanımdı ve ben çok daha iyi bir şeyle başlamak istiyordum. Sonunda zorladılar, koydum adımı. Ama öylesine çok sevildi ki Türkiye’de, Dünya’da, şaşırdım. Ben araştırdım, neydi bu romanın gizi? Çok yalındı. Bana “İnsanoğlu nasıl bu kadar yalın yazabilir?” dediler. Bütün epopeler sözcüksüz yazılmış kadar yalındır. Bir Yunus Emre’nin yalınlığına erişilmez, Homeros yalınlığına erişilmez. Bizim çağımızda roman çok karıştı. Bir sürü numaralar var. Roman düpedüz anlatımdır, düpedüz hikaye sanatıdır.

Romanlarınızın belirli bir biçimi var mı?

Ben her romanımda ayrı bir biçim, ayrı bir dil vermek isterim. Her romanın dünyası kendine özgüdür. Onun için her roman ayrı bir biçimdir. Bütün eserlerim aynı kalıptan çıkmışsa, bütün romanlarım İnce Memed’e benzeyecekse niçin yazayım. Onun için her romanda ayrı biçim, ayrı dünya, ayrı anlatım, ayrı düşünce düzeyi kurmak isterim. Yapabildiğim bu.

Odaya yazarın eşi Tilda giriyor. Çekinerek soruyor. “Yaşar, daha bitmedi mi? Biliyorsun seni bekliyorlar.” Kızıyor Yaşar Kemal “Biraz beklesinler. Konuşuyoruz kızlarla.” Tilda bu büyük inatçıyla baş etmenin zorluğunu bilerek ayrılıyor yanımızdan. Yeniden konuşacağı için mutlu dostumuz. “Ne diyordum ben?” anımsatıyoruz son sözünü.

Sezebildiğim kadarıyla benim ustalığımın eseridir. Ben çok acemi bir romancıydım. Son romanlarımda o kadar acemi değilim. “Kimsecik” en iyi kitaplarımdandır.

Peki son romanlarınızın hak ettikleri ilgiyi gördüğüne inanıyor musunuz? Örneğin “Deniz Küstü” romanınız için “başarısız” diyenler oluyor. Bu konuda ne diyeceksiniz?

“Deniz Küstü” sevdiğim bir romandır. Bu romanda yeni bir dil, yeni bir biçim kullanmak istedim. Yepyeni bir insan anlayışıyla geldim. 5 milyon oldu İstanbul, 7 milyon oldu Paris. Nereden geliyor bu adamlar? Doğadan. Daha çok kırsal bölgelerden geliyorlar. Ne olur bu adamlara İstanbul’un kıymeti içinde? Şu anda İstanbul ölü bir şehir. İnsan yabancılaşmasının en yoğun olduğu yer. İnsanın ve doğanın ölümünü birlikte vermeye çalıştım. Yepyeni bir dil kullandım. Kitaplarımı eleştirenlere ilişkin hiçbir yazım çıkmadı. Adını vermek istemediğim bir eleştirmen bu romanın aleyhinde bir yazı yazdı. Geçen gün karısının yanında “Okudun mu?” diye sordum. “Bir gazetede tefrika edilirken birkaç tefrika okudum” dedi. Okumadığını biliyorum.

Biraz da eleştirmenlerimize ilişki konuşalım mı?

(Acaba hata mı ettik bu konuya değinmekle? Yüzündeki anlatım birden bire değişti.)

Türkiye’deki eleştirmenler herhangi bir romanı, benim romanlarımı da anlayacak güçte değiller. Hatta Türkiye’de eleştirmen olduğunu hiçbir şekilde kabul etmiyorum. Eğer sıfır bir şeyse bizdeki eleştirmenler de bir şeydir. Çünkü okuyacak güçler yok. Örneğin Abbas Sayar’ın Yılkı Atı gibi küçücük bir romanı okuyacak, okuduklarını anlayacak güçleri yok. Bir ülkede Yılkı Atı gibi bir kitap çıkmışsa o roman üzerine günlerce tartışılır, konuşulur. Aksine Türk eleştirmenleri en kötü romanı ortaya çıkarmak istiyorlar. Yetenekleri o kadardır. En iyi romanlar da güme gidiyor. Türk eleştirmenlerinin arkasında kendi dünya görüşünü gösteren kitapları yok. Eleştirmen dediğinin bir dünya görüşü olur, onun ardından sanat görüşü olur, o sanat görüşü üstüne söyleyecek estetik görüşü olur. Hangi Türk eleştirmen “Benim söylediğim Türk Edebiyatında etkili olabilir” diyebilir?

“Yetenekleri o kadardır.” demek biraz eksik kalıyor. Eleştiri de bir yaratı olduğuna göre, eleştirmenlerin filizlenebilmeleri içinde yeterli bir ortamın olması gerekmez mi?

Türkiye’de eleştirmen profesyonel değildir. Ekmeğini eleştiriden kazanmaz. Eleştiri bir lükstür onun için. Zaten onun umudu yok. Nasıl bir eleştirmen otuz yıllık bir yazar için “kötü”, onbeş yıllık genç bir adam için “iyi” diyebiliyor? Hangi hakla hangi yetkiyle. Ben de bu eleştirmen eleştirmen değildir diyorum. Hiçbir saygı duymuyorum Türk eleştirmenine. Hiçbir şey öğrenmedim onlardan şimdiye kadar.

(Kızdıkça kızıyor. Elleriyle, kollarıyla öfkesini dağıtıyor. Ateş gibi gözleri gözlerimizle karşılaşıyor. Bir süre susuyoruz.)

Hiç mi eleştirmen yok. “Türkiye’de eleştirmen yoktur” gibi iddialı bir sav değil mi söyledikleriniz?

Şimdiye kadar yetenekli bir eleştirmen (düşünme payı)? Gerçekten bir Nurullah Ataç’a saygı duyulabilir. O da “vardır-yoktur” diyenlerdendi. Ama o biraz yaratanlardandı. Sabahattin Eyüboğlu da bir eleştiri yaptığı zamanlar oturur çalışırdı. Çünkü onun bir çabası vardı. O Türk edebiyatında Türk sanatında, Türk düşüncesinde bir şeyler yapmak istiyordu.

Şimdilerde sanat çevrelerinde yoğun tartışmalar yapılıyor Türkiye’de romanın olup olmadığına ilişkin. Bu tür tartışmalara ilişkin düşündükleriniz?

“Türkiye’de roman yoktur” sözü bana göre ahmakça bir sözdür. Ben bu tür işlere girmek istemiyorum. “Yok” diyorlarsa yoktur. Bu kadar tartışılmaz bu. Çok utanıyorum ülkemde böyle tartışmalar olduğu için. Başka bir şey demek istiyorlar. “Roman vardır, yoktur.” Yakında bunun altından başka şeyler çıkar.

(Ne gibi şeyler? Diyecekken bir baş işaretiyle “bekleyin” diyor.)

Biraz da Türk romancılarının dünyadaki durumuna eğilsek.

Türk romancısı tanınmıyor, denilemez. Örneğin Batı’da Orhan Kemal’den bir roman çevrildi ve çok sevildi. Ben Fakir Baykurt’un “Kaplumbağalar”ını şaheser buluyorum ve dünyanın en iyi romanları arasında sayıyorum. Eğer Kaplumbağalar çevrilirse çok sevileceğine inanıyorum. Bana göre Türk yöneticileri, Türk eleştirmenleri düşmanca bir tavır içindeler sanata. Sanata düşman olan bir ülkenin sanatı elbette dışarıda tanınmaz. Bir eleştirmen tanıtır kitabı. Dışarıda bu işi çok iyi çözümlemişler. İngiliz Kitapları adlı bir dergi vardır. Fransız Eleştirmenleri Fransız kitaplarını tanıtan yazılar yazıyorlar bu dergide.

Türkiye’de yönetim de müthiş düşman romana. Tek başına ne yapabilir sanatçı? Bir de dil sorunu var. Türkçe sapa bir dil. Eşim Tilda’nın bana çok yardımı oldu. Tilda İngilizceye Güzin Dino Fransızcaya çevirdi. Şimdi onun yerine Münevver hanım çeviriyor. (Sözünü burada kesip “Bu konuya ilişkin olarak hakkınızda birtakım dedikodular yapılıyor” diyoruz. “Bırakın konuşsunlar” diyor.) Ne diyordum? Ha, Türkiye’de çevirmen sıkıntısı var. İskandinav ülkelerinde benim kitaplarım en çok satanlar listesinin başında gelir. Ama hep İngilizceden çevriliyor. İsveç’te Türkçe’den İsveççe’ye doğrudan çeviri yapacak adam aradık, ne çevirmen var ne de arkasında yönetim var. Artık 20. yüzyılda insanlar kendi sanatlarını uluslara götürüyorlar. Sovyetler Birliği’nde korkunç bir çevirmen ordusu var. Dünya’ya Sovyet eserlerini tanıtmak istiyorlar. Çinlilerde de durum aynı. Türklerin ise böyle bir kültür politikası yok. Ama Türk sanatı öylesine güçlü ki tüm engellere karşın dünyada tanınıyor. (Tilda yine kapıda. Bu kez bize göz kırpıyor, haydi biraz çabuk olun, dercesine. Yaşar Kemal’e “iki tanecik daha sorumuz var” diyoruz. “Sorun, çekinmeyin.” Ama içerde bekliyorlar. “Napalım, biraz beklesinler.” Sorumuz bir başka dedikoduya ilişkin. “Neden İsveç’te yaşıyor?” Biz konuya başka başka açıdan eğildik.)

İsveç’te kaldığınız dönemde çalışmalarınızı ne yönde etkiledi?

İsveç’te kaldığım iki yıl içinde Kimsecik’i yazdım. Deniz Küstü’nün de yarısını orada yazdım. Türkiye’de kalamadım. Gözden uzak olan gönülden de uzak olsa gerek. Herhalde burada olsaydım Kimsecik’i yazamazdım. Burada onca karmakarışıklık içinde yazmam mümkün değildi. Yeniden geldim. Beş aydır buradayım. Ortam eskisi gibi değil kimse kimseyi öldürmüyor eskisi gibi, gene de çalışamıyorum. İsveç’te olsaydım şimdiye değin bir roman bitirmiştim.

Batılı eleştirmenler sizi Güney Amerikalı yazarların yanında sayıyorlar. Bu görüşe katılıyor musunuz?

Ben Güney Amerikalı yazarlardan olmadığımı her zaman söylüyorum. Batılı eleştirmenler Güney Amerikalı yazarlar için “Yeni Gerçekçiler” diyorlar. Oysa ben o yazarlardan değilim. Ben epik geleneğe bağlı bir yazarım. Güney Amerikalı yazarlar bir çeşit fanteziye gidiyorlar, ben bunu temelsiz buluyorum.

Neden temelsiz?

Güney Amerikalı yazarlar içinde Manquez’i bir miktar seviyorum. Benim için insan psikolojisi en büyük değerdir. Güney Amerika romanında psikolojik derinliği eksik buluyorum. Benim için gerçekçilik önemlidir. Oysa Güney Amerika romanını gerçekçi bulmuyorum. Ben düşten-metten söz ediyorsam gerçekçi olduğumu sandığım içindir. İnsan gerçeğine varabilmek içindir.

Sorularımızı yanıtladığınız için teşekkür ederiz. Ama son bir soru daha… İçerdeki konuklar niye geldiler, bir film çalışması mı var?

Şimdilik kesin bir şey yok. Yılanı Öldürseler kitabım üzerine konuşacağız. (Teybimizi kapadık. İçeriye geçtik. Beklemekten sıkılmış gibiydiler. Yaşar Kemal ise rahattı. Geniş geniş gülüyordu. İstinye’den ayrıldığımızda yazıları kadar yalın içten bir insanı tanımanın sevinci vardı içimizde.)

Haberi Duyur

Kısa Adres: http://gorunum.tk/17329
Yol: Ana sayfa » Yazılar » Güneş yürekli insan: Yaşar Kemal

Yorumla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Eskişehirli kadın çiftçiler, Dünya Kadın Çiftçiler Günü’nde Ankara’daydı

Eskişehirli kadın çiftçiler, Dünya Kadın Çiftçiler Günü’nü Ankara’da çeşitli etkinliklerle kutladı. Anıtkabir’i ve Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin Başkent Kalkınma Projesi’ni ziyaret eden çiftçiler, Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde yapılan forumda kürsüden seslendi: “Çiftçi doğduk, çiftçi öleceğiz.”

Kapat