Gürsel Korat: “Gerçeği sezmek için uğraşıyorum”
Roman, deneme, öykü ve birçok çocuk kitabının yazarı, aynı zamanda Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim görevlisi olan Gürsel Korat, edebiyat ve iletişim alanına ilişkin sorularımızı yanıtladı.
Roman, deneme, öykü ve birçok çocuk kitabının yazarı, aynı zamanda Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim görevlisi olan Gürsel Korat, edebiyat ve iletişim alanına ilişkin sorularımızı yanıtladı.
Yazar Korat, romanlarında sıkça konu aldığı Kapadokya, tarih, zaman temaları ve merak ettiğimiz noktaları aydınlatırken kitaplarını yazarken deneyimlediklerine ve sonrasında gözlemlediklerine değindi. Son çıkan romanları Unutkan Ayna ve Kunday – Gölgeler Çağı hakkında da keyifli ve derin bir sohbet gerçekleştirdik.
Neredeyse bütün romanlarınızda isminden akışına kadar bir zaman teması var. Zamanı böyle bir merkez tema haline getirmenizin nedeni nedir?
Zaman hepimizin çok düşündüğü, yaşlandık dediğimiz, geçmiş dediğimiz, gelecek dediğimiz bir kavramdır. Zamanla özel olarak, metafizik bir kavram olarak ve filozof olarak uğraşanlar var. Yazar olarak yazarlığının merkezine koyanlar da var. Örneğin Marcel Proust bunlardan biridir. Türkiye’de Ahmet Hamdi Tanpınar meseleye biraz bakmıştır. Pek çok yazar zamana biraz dokunur ve onunla uğraşır. Augustinus, Heidegger, Einstein hepsi zamanla uğraşmışlardır. Dolayısıyla ben bu meseleyi edebiyata nasıl alabilirim diye baktığınızda Kapadokya ile uğraşırsanız biraz düşünmeniz gerekiyor.
Sadece zaman kavramı değil, Kapadokya ile birlikte bir düşünüş biçimi de var. O koşulda da girdiğimiz herhangi bir mağarada, herhangi bir kilisede veya birtakım tarihi eser karşısında burada ne olmuş sorusunu sorarız. Dün ile bugün arasındaki ilişkiyi ararız.
Biz zamanı bugünden tanımladığımız şekliyle biliyoruz. Bu da onu koşuluyor. Ben gerçeği bulmak için değil de sezmek için uğraşıyorum. Sezdiğinizde de metafizikle burun buruna geliyorsunuz. Aslında mesele şu, ben duyu organları ve akılla kavrayamadığımız bir şeyin peşindeyim.
Romanlarınızda genellikle geçmiş zamanı konu aldığınızı görüyoruz. Tarihi roman yazma tercihinizin kaynağı nedir?
Tarihle ve geçmişle neden uğraşıyoruz çünkü bugünü açıklarken geçmişi referans gösteren bir dünyada yaşıyoruz. Geçmişi referans gösteririz ama geçmişte şu oldu diyerek de saçma sapan şeyler söyleriz.
Ben doğrusunu söylemek için yapmıyorum. Metinlerde gördüğüm hiçbir şeyin söylenmiyor oluşu bana çok tuhaf geliyor. Öyle hayali bir dünya kurulmuş ki aslında tarih denince gerçek olamayacak kadar saçma bir dünya ile karşılaşıyoruz. Dolayısıyla benim dünyam daha çok, gerçeğin ne olduğunu ararken bir yandan da tarihi zemine doğru tırmanmaktır. Kitaplarımda tarihi zemin gerçeğe çok yakındır. Tartışmasız bunu resmi tarihe duyduğum nefretten ötürü yaparım.
İki türlü yazar davranışı vardır. Bazı yazarlar geçmişte olan şeyi göstermek için yazarlar. Bu romancılık değil, tarihçilik oluyor. Kemal Tahir’den beri tezli roman bizde bir gelenek oldu. Ben bu geleneğe uygun olanı yadsıyorum ve karşı çıkıyorum. Romanda tez olmaz. İkinci olarak tarihi zemini kurarken roman karakterlerini tarihte olmayan kişilerden seçiyorum. Hikâyenin asıl karakterini oradan seçerek anlatıyorum, bu da beni özgür bırakıyor. Ne anlatmak istediğim bana kalmış oluyor. Mesela Unutkan Ayna romanında gerçek hayatta yaşamış bir kişi bile yoktur. Tarihi romanda beni gerçek kişiler üzerine yapılmış işler ilgilendirmiyor. Edebiyat tartışması yapmak istediğiniz zaman, edebiyatçının minderini çektiğinizde orada kimse güreşemiyor. Tarihçinin minderini çıkartsan orada herkes dövüyor. Hakkı olan da dövüyor, olmayan da dövüyor. Çünkü siz tarihçilik yaptığınızı söyleyerek ortaya çıktınız.
Ben böyle bir şeyi asla söylemem. Bu yüzden de benim tarihle uğraşmam belirli resmi ideolojilere itirazdır. Resmi ve belirli roman yazma stiline de itirazdır. Romandan beklenilen anlam kategorileri diye düşünülen şey değildir. Duyusal ve esinlik kategorileri öne çıkartmaktır. Herkes bu şekilde bilgi kategorilerini öne çıkartıyor. O zaman da roman ölüyor çünkü bilgi kategorileriyle yazılmaz.
Romanlarınızda özdeyişleriniz çokça yer tutuyor. Bu özdeyişler nasıl ortaya çıkıyor?
Ben genelde romanlarımda alıntı yapmıyorum kendim yazıyorum. Bu da Unutkan Ayna’ya özel bir durum. Benim zamanla ilgili düşündüklerimin hepsini burada deyiş haline getirdim. Burada kitaplarımı takip eden okurumun anlayacağı göndermeler var. Bazı ara başlıklar başka kitaplara da gönderme yapar. Benim daha önceden yapmış olduğum birçok çalışmayı Unutkan Ayna’da özdeyiş haline getirip yazmış olmam bir şeyi düşündürüyor. Bu bölümde bu duruma ilişkin aforizmatik bir şey var demeye de çalışıyorum.
Unutkan Ayna’nın ara başlıklarındaki özlü sözleri diğer romanlarınızdaki olayları düşünerek kurduğunuzu söylüyorsunuz. Bu açıdan Unutkan Ayna’nın önceki romanlarınıza bir ayna niteliği taşıdığı söylenebilir mi?
Söyleyemeyiz. Unutkan Ayna kendini yansıtsa yetmez mi? Oradan bazı sözler buraya düşebilir. Yazar söylemese bilemeyeceğin bir şeydir. Yazarken bulduğum bir şey başka bir romana bir gönderme değil. Örneğin “Saman altından yürür zaman” şairane bir laf ve şiirsel imgelemler var. Bu herhangi bir şeyi açıklamaya çalışırsa daha berbat hale gelir. Onunla uğraşmamak gerekir çünkü bu yazarı aşan bir şey.
Eserlerinizde farklılıklara vurgu yapıyorsunuz. Farklılaşma ve farklı kimliklerle ilgili yazdıklarınızda bugüne bir şey söyleme kaygısı var mı?
Romanlar zaten bugüne yazılan şeylerdir. Çünkü geçmişte kimse bunu okumayacak. Her şey bugün okunuyor ve o aslında bugünden düşünen bir insanın bugünü görüşüdür. Romanı insana bakmak için okuruz. Toplumları anlatmam sadece yanılsamadır. Biz geçmişe bakışlarımızı başka şekilde yoğunlaştırıyoruz. Orayı sezmeye başlıyoruz. “Orada şöyle bir yaşam biçimi varmış” diyoruz. Biz romanları okuduğumuzda oradaki karakterleri padişah veya kralsa savaş, yönetim gibi dertleri olan insanlar gibi düşünüyoruz. Ben mümkün olduğunca onları insani yönleri içinde görerek, onların yaşantılarını içerden düşünerek anlamaya alışıyorum.
Unutkan Ayna’nın sinemaya uyarlanacağı haberleri çıkmıştı. Ne aşamada?
Bu konuda umutlarımız var. Bu çok kolay bir iş değil. Ben Unutkan Ayna’yı ilk senaryo olarak yazdım. Önce senaryo olarak yazıldı sonra roman oldu. Fakat bunu satmak çok zor. New York’ta İngilizce olarak çevrildi. New York’tan aradılar ama ciddi bir yapımcı bulmak zor. Böyle diyorum ama haber beklerim tabi. Bunu çok kolay sahneye taşıyabileceğimizden emin değilim. Senaryo hazır yani film olamayacağından değil, maliyetinin çok büyük olacağı için emin değilim. Ayrıca politik maliyeti de büyük, bu romanın böyle bir tarafı da var. Buna kim girebilir? Böyle bir şeyin aleyhinde şu anda kitap olduğu için çıkartmıyor kimse ama film olursa birdenbire başka bir şeye dönüşür. Unutkan Ayna’nın Osmanlı’ya nerden bakmamız gerektiğini bize sezdiren bir yapısı var. Bilgi burada örtük, açık söylenmiyor. Bilgiyi tartışmıyor, hiç söylemiyor. Okur ilgileniyorsa eğer böyle bir şey var mı diye araştırır. Bu yüzden çok müthiş ve rahat bir alana oynadığımı biliyorum.
Kalenderiye romanınız için “o, bütün kitaplarımın en bana benzeyenidir, en çok benimdir” diyorsunuz. Bunun sebebi nedir?
Kalenderiye çok özel tipte bir kitap oldu. Kalenderiye’de edebiyatımızda yapılmamış olan bir şeyi yaptım. Kitabın birinci ve ikinci bölümü arasında iki yüzyıl var. Dünya edebiyatında bunun bir örneği yok. Bana en çok benzemesinin sebebi, üçüncü bölümde anlatıcı birdenbire tanrı anlatıcıdan ben anlatıcıya geçiyor. Ben anlatıcıya ortaçağ Türkçesiyle geçiyor. İç Anadolu Türkçesi.
Bu böyle olunca bana müthiş bir imkan sağladı. Yani karşımızda olayların tanığı olan biri, ben anlatıcı halinde konuşmaya başlıyor. Bu, roman sanatı için meydan okuyucu bir şey. Bunun için ben bütün çocukluğumun ihtiyarlarını başıma topladım, onları konuşturdum. Onlar nasıl konuşuyorsa onları nasıl hatırladımsa, dil icat ede ede orayı yazdım. Dil icat ettim çünkü bildiğim ne kadar orta Anadolu şivesi varsa hepsiyle mozaik bir dil yarattım ve bu yeterli kalmadı. Örneğin bu adam “tebessüm etti” diyemiyor çünkü dili bunu kullanamaz. “Gülümsedi” ise çok modern kalıyor. Bu adam yıldızları anlatırken “Göğe karanlu bir bulut seren melekler deliklerden bize bakıyordu” diyor. Bu şekilde konuşan adama “gülümsedi” dedirtemiyorsun. Ben de şöyle dedim: “Feza geldi bir gülimik verdi.” Uydurdum bunu. Ama o kadar yakıştı ki. Yani bu içlerinde en çok bana benzeyendir. Çünkü içimden o fışkırdı. Bana ait olması da çok hoşuma gidiyor. Benden başkasının bunu tasarlayamamış olması çok hoşuma gidiyor çünkü bu sizin imzanız gibi gözüküyor.
Kalenderiye’deki konuşma dilini yazıya çevirmek, yazıda konuşmayı var etmek çabanız, ikisinden de farklı bir üçüncü dil meydana getiriyor. Bunu yapma düşünce ve sürecinizde neler düşündünüz ve hissettiniz?
Herkesin severek kabul ettiği bir şey olmadı. Şöyle bir şey oldu, Nevşehirli arkadaşım ben bir şey anlamadım diyebildi. Fransa da doğmuş büyümüş, Türkiye’de muhabirlik yapan bir öğrenci bir genç kız geldi ve dedi ki en çok üçüncü bölümü beğendim. Fransa da doğup büyümüş İstanbul Türkçesiyle en çok üçüncü bölümü beğendim diyebiliyor. Nevşehir’de doğup büyümüş arkadaşım ben anlamadım diyor. Bana bir tuhaf geldi. Bu sanatın doğasında var demek ki, yerli olmak açıklamıyor. O yüzden de tepkiler çok çeşitli oldu.
Yazı dili ve konuşma dili arasındaki anlatıcılık meselesini çok düşündüm. Burada anlatıcılık özelliği var, yazarlıktan daha çok anlatma var. 16. yy’ da yaşamış birisi gibi düşünüp, nasıl konuşur diye hesaplayıp, yazmış oluyorsun. O yazmadan daha çok konuşma gibi tasarlanmış bir şey. Benim istediğim de bilinç akışı tekniğinde bir anda akıldan fırlamış gibi yazmak esastır ya, aslında herkes bu konuda sanıyorum bilgi sahibidir.
Yeni bir kitabınız şu sıralar yolda sanırız: “Kunday”. Tanıtımından gördüğümüz kadarıyla yine güçlü bir Anadolu tarihi var kitapta. Mitolojik ve efsane anlatısı olduğu izlenimi ediniyoruz. Biraz bilgi verebilir misiniz Kunday’la ilgili?
Kunday aslında sinemaya düşme ihtimali daha yüksek olan bir çalışma. Önce senaryosu yazıldı sonra çocuk romanına çevirmeye karar verdim. Kunday bir sipariş işiydi. İlginç bir şey oldu, senaryo için yazdığım öyküye baktığımda bu çocuk romanı olur diye editöre yolladım. Editör bana “Hikâyeyi çok beğendim fakat bunda çocuk yok” dedi. “Çocuk karakterin başından geçirebilirsen bunu, o zaman olur” dedi. Ben de o zaman oturup çocuk karakterin ağzından yazdım. Fakat şimdi, senaryosu başka kitabı başka olan bir şey ortaya çıktı. Sinema duygusu çok güçlü olan bir hikâye.
İletişim alanında öğretim veriyorsunuz. Bir yandan da edebiyat alanında birçok eseriniz var. İletişimci ve edebiyatçı kimlikleriniz birbirini nasıl etkiliyor?
İletişim alanında sadece üniversitede çalışıyorum. Bunun dışında, eskiden serbest gazetecilik yapıyordum. Ben üniversitede de edebiyatçılığı ve sinemacılığı öne çıkartıyorum. Yani sinema ve senaryo dersi ile metinleri yorumlamayla ilgili bir ders veriyorum.
Basın Dili kitabınızın önsözünde geçen “Toplumun bütününe yayılan edebiyatsızlığın basındaki etkileriyle yüzleşmek gerekiyor” cümlesini açabilir misiniz? Sizce edebiyatsızlığın basındaki etkileri nelerdir?
Medyada özellikle 90’lı yıllardan itibaren o kadar çok edebiyat dışı şey vardı ki… Hatta 90’ların başından itibaren bu özel kanalların ortaya çıkması, özellikle bu yayın dünyasında kullanılan dili avamlaştırdı, sıradanlaştırdı, edebiyatsızlaştırdı. Edebiyatsızlık, toplumun bütün kesimlerine o kadar nüfuz etti ki sıradan bir dille konuşmak geçer akçe oldu. Yani bu geçer akçe dil neden kaynaklanıyor? Edebiyatsızlıktan kaynaklanıyor. Bunu nerede keşfettim? Çocukların üniversite birinci sınıfa geldikleri zaman neleri bildiklerini sorduğum zaman ortaya çıktı. Mesela, nelerden haberleri var, hangi yazarları biliyorlar? Sevgi Soysal’ı, Yusuf Atılgan’ı benden duyuyorlar. Diğer yazarların adını bilse de okumamış. Aslında buna itiraz ediyorum.
Hocam, son olarak, yeni çalışma veya düşüncelerinizi sormak isteriz. Bir de iletişim öğrencilerine önerilerinizi tabii ki…
Yeni çalışmalarım elbette var. Hep notlarını aldığım, Zaman Yeli ile başlattığım Kapadokya dörtlüsünü okura söz verdim. Aslında bakarsanız onun notlarını uzun zamandır alıyorum. Zaman Yeli, Güvercine Ağıt, Kalenderiye ilk üçlüsüdür. Sonra araya Unutkan Ayna girdi. Bu çalışma, büyük olasılıkla Unutkan Ayna’nın ikiz kardeşi olacak. 1919’u yazacağım çünkü. 1919 uzun zamandır notlarını aldığım bir romandır.
İletişim öğrencilerine çok derinden önerilerim var. Şunu yapmalarını tavsiye ediyorum ne olacaklarına ilişkin olarak: İnsanlar bir defter tutma alışkanlığı edinmeliler ama nasıl bir defter? Size söylüyorum özellikle iletişimciler, dönemde neyin değiştiğine ilişkin dönemin günlüğünü tutmalısınız. O defter sizin altın defterinizdir. Altın değerinde defteriniz olacak.
İkinci önerim yaşayan dönemin fotoğraflarını çekmenizdir. Yani gittiğiniz şehirleri belgeleyin. İnsansız çeşitli sokakları, çeşitli binaları fotoğraflayın. Onlar yirmi yıl sonra altın değerinde olacak. Yani o müthiş bir belgeye dönüşecek. Türkiye böyle bir yer. Unutmayın bunu.
Defter entelektüelin aynasıdır, unutmaz. Unutmayacaktır. Niye unutmaz? Çünkü orada sizin geçmişiniz duruyordur ve düşünce biçimleriniz duruyordur. Gazetecilikte özellikle bu çok gerekli.
Gürsel Korat kimdir?
7 Temmuz 1960’ta doğdu. Yükseköğrenimini Ankara Üniversitesi’nde tamamlayan Korat’ın yazıları çeşitli gazete ve dergilerde yayımlandı.
Bazı filmlerin senaristliğini yapan Korat, Yedi Kocalı Hürmüz’ün senaryasunu yeniden ele aldı. Aslen Kayserili olan Korat, Anadolu ve Nevşehir coğrafyasını eserlerinde sıklıkla işlemiştir. Korat, edebiyatçı olmasının yanı sıra Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim görevlisidir.
Gürsel Korat, Kalenderiye romanı ile “Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü”nü (2009), Yine Doğdu Tanyıldızı ile “Ankara Üniversitesi Roman Ödülü”nü (2015) ve Unutkan Ayna ile de “Orhan Kemal Roman Armağanı”nı (2017) kazanmıştır.
Haberi Duyur
Kısa Adres: http://gorunum.tk/16024
Yol: Ana sayfa » Yazılar » Gürsel Korat: “Gerçeği sezmek için uğraşıyorum”
Bir cevap yazın