“Umarız mesleğe girdiğimizde bunları konuşuyor olmayız”
Deprem bölgesine iki kez giden ve “Deprem Özel Sayısı”nı çıkaran muhabirler deprem sürecini anlattı.
Görünüm gazetesi muhabirleri Asya Tekyaşar, Gökmen Mumcular, Görkem Deniz Berk, İlke Çıtır, Merve İşen, Tolga Çifci ve Zeren Gültekin 6 Şubat depremlerinden etkilenen 5 kente giderek habercilik yaptı. Görünüm’ün bir önceki sayısı deprem bölgesinde yapılmış haberleri içeren “Deprem Özel Sayısı”ydı. Asya Tekyaşar ile Zeren Gültekin Hatay’da, Gökmen Mumcular Adıyaman ve Elbistan’da, Görkem Deniz Berk ile İlke Çıtır Malatya’da, Merve İşen Adıyaman’da, Tolga Çifci Kahramanmaraş ve Gaziantep’te habercilik yaptı. Deprem bölgesine giden muhabirler ve Görünüm gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Dr. Gökhan Bulut muhabirlik deneyiminin aktarılması için bir araya geldi.
Görünüm:
Orada ses kayıt cihazı var mı? Dur basma şimdi, gençler üç tane şey önemli. Bir, Oscar’lık belgesel çekmiyoruz. Kamera var diye şey yapmayın rahat olun. Duygunuzu, neşenizi, esprinizi, bilmem neyinizi falan filan esirgemeyin. Bunu kullanmak zorunda değiliz. Tamam mı? Kullanırız ya da kullanmayız önemli olan basılı gazeteye yazacağımız şeyin ses kaydının olması yani önemli olan şu ses kayıt cihazı tamam mı? İki, aralarda keseriz ondan sonra durdururuz bir şey yaparız. Üç, benimle ilgili bir şey söyleyeceğiniz zaman eğer söylerseniz diye söylüyorum bana hitaben konuşmayın tamam mı? Bana hitap etmeyin yani.
Tolga Çifci:
Hocam biraz da böyle birbirimize yönelelim mi?
Öyle tabii ki. Buradan mı başlatacaktık?
Merhaba arkadaşlar. Şimdi biraz baştan alacağız. Bu son güne kadar azıcık kronolojik gideceğiz ama sohbet ederken sizin de hatırladığınız bir şey olursa ekstra onlara dönüş yapın bence. Ben de hatırlarsam dönüş yaparım. Ama bütün bir süreci yani basılı deprem özel sayısı ile aslında bir nebze yayıncılığı tamamlanmış süreci konuşalım birlikte. Deneyim aktarımı itibariyle önemli bu. Kronolojik gitmek gerekirse ilk soru aslında şu: Deprem bölgesine gitme fikri gerçekleşecek, gerçekleşmeyecek ne olduğunu bilmeksizin veya tahmin etmeksizin nasıl ortaya çıktı? Kim ne dedi? Aranızda mı konuştunuz? Hepinizin aklında var mıydı? Burada ilk kez konuştuğunuzda nasıl bir şey hissettiniz? Birbirinizle ne konuştunuz? Nasıl ortaya çıktı bu fikir? Mesela Zeren sen hatırlıyor musun?
Zeren Gültekin:
Ben de çok kayıp hocam orası aslında. Acaba böyle bir şey yapabilir miyiz diye Asya ile bir aramızda konuştuğumuzu hatırlıyorum. Ama tam ekip olarak nasıl karar verdiğimiz bende biraz silik.
GÖRÜNÜM:
Hatırlayan var mı?
Merve İşen:
Ben ilk basılı koordinatörü olduğum zamanlar yani ikinci basılım sürecimin olduğu zamanlar falandı. Toplantıyı gerçekleştirmeden önce deprem ile ilgili haber fikirlerini istemişti Gökhan Hoca. Ben öyle hatırlıyorum. Onları toplamıştık ama deprem bölgesine gidip yapılabilecek gibi değil de Ankara’da görüşebileceğimiz kurumlarla ilgiliydi tamamen haber fikirleri. Sonra o haber fikirlerini tartışırken hep beraber bir anda deprem bölgesine gidebilir miyiz fikri ortaya çıktı. Herkes böyle bir an birbirine baktı. Gerçekten gidebilir miyiz acaba? Böyle bir şey mümkün olabilir mi diye. Sonra o fikir 5 dakika içinde “gidiyoruz”a döndü.
GÖRÜNÜM:
Nasıl döndü o 5 dakika içerisinde? 5 dakika içerisinde mi döndü hakikaten?
Gökmen Mumcular:
5 dakika içerisinde otobüs bileti bakacak duruma geldik.
Asya Tekyaşar:
Gökhan hoca ile burada oturuyorduk ve liste yapmıştık. Şu, bu haberi yapacak gibi, böyle konuşurken biz bu haberleri yapacağız ama oraya gitmezsek bir anlamı kalmayacak gibi hissediyorduk. Zaten ilk günden beri hepimiz gitmek istemiştik. Acaba Gökhan Hoca izin verir mi gibi şeyler düşünüyorduk. “Hocam biz bu haberleri yapacağız da telefonla aramak yerine gitsek mi en azından haberleri gerçekten yapmış oluruz. Onlar haber olmuş olur” derken evet cevabını duymadan bilet bakmaya başladık.
TÇ:
Kendi içimizde de gitmeden önce “Kimin nerede kimi var?” bunu planlamaya başladık. Biletlere bakıldı. Soma sayısı hepimizi tetikleyen şeydi bence. Gazetecilerin içinde genel olarak şöyle bir paranoyaklık vardır: “Şurada bir şey olsa da gitsem, şurada bir şey çıksa da yapsam.” Ama Somayı düşündüğümüzde daha öncesinde böyle bir şey yapıldıysa “Biz neden yapmayalım, biz neden gitmeyelim?” diye düşündük.
AT:
Aramızda Gökhan Hoca, o ekibe izin verdiyse bize de verir ya da bize de versin gibi bir konuşma geçmişti.
GÖRÜNÜM:
Peki ne oldu izin verdi mi?
Görünüm:
Aldık
GÖRÜNÜM:
Gökhan hocayla diyalog nasıl geçti? Ne konuşuldu orada?
TÇ:
Aslında bunu gündem toplantısına taşımamız gerektiğini konuştuk ilk başta. O Merve’nin bahsettiği deprem için hazırladığımız haber önerilerini sunarken aslında hocaya da bundan bahsetsek biz de gidebilir miyiz, yapabilir miyiz diye konuştuk.
GÖRÜNÜM:
5 dakika içinde bilet bakmalarına başladık dediğiniz toplantı kendi aranızda yaptığınız bir toplantı mıydı?
Mİ:
Şöyle oldu. Biz haber önerilerinin hepsini tartışıyorduk sonra gidebilir miyiz fikri ortaya çıktı. Toplantı zamanı bir ara mola verdik. Molada kendi aramızda deprem bölgesine gitme fikrini hocaya söyleyelim diye konuştuk. Sonra o an daha hocaya söylemeden “Biletlere baksak mı? Kim, hangi tarafa gidebilir?” gibi bir konuşma döndü aramızda. Sonra Gökhan Hoca geldiğinde söylemek için fırsat kolladık.
GÖRÜNÜM:
Hatırlıyor musun İlke ne oldu?
İÇ:
Hiç hatırlamıyorum.
ZG:
Bizim için önemli olan oraya gitmekmiş sanırım. Biz öncesini silmişiz.
TÇ:
Plan kısmı aslında hepimizde yok. Ya da plan yapmadan 5 dakika içinde her şeye karar vermiş mi de olabiliriz.
AT:
Plan şöyleydi; tahtaya hangi haberler sayıya girecek konu konu sıralamıştık. Sonra biz kendi aramızda bunları bölüştüğümüzde Gökhan Hoca’ya sırayla gidip söylüyorduk. Aslında bütün ekip de ofiste değildi. Biz Gökhan Hoca’ya ben bunu yapacağım şunu yapacağım derken biz bunları niye orada yapmıyoruz diye düşündük. Aslında bu olay gündem toplantısından sonra oldu.
GÖRÜNÜM:
Hazırlık evresi ne kadar sürdü?
AT:
2 gün.
GÖRÜNÜM:
2 gün içinde gittiniz mi yani?
GM:
Tahtada hangi şehirlere kimler gidebilir, kimin hangi şehirde bağlantısı var diye tartıştık. Daha sonra oradan yapabileceğimiz haberleri konuştuk. Benim hatırladığım hazırlık aşaması birkaç gün sürdü.
GÖRÜNÜM:
Bir, iki gün sonra da yola mı çıktınız? Sen nereye gittin Deniz?
Görkem Deniz Berk:
Ben Malatya’ya gitmiştim hocam.
GÖRÜNÜM:
İlk sefer İlke ile beraber gittiniz. Deprem bölgesine Görünüm 2 sefer gitti. İlk seferde İlke ile beraber Malatya’daydın. Yolculuk nasıl geçti?
GDB:
Ben otobüsten inene kadar o süreci hiç hatırlamıyorum. İndim Malatya’dayım. Öz Diyarbakır firmasıyla gitmiştik. Oradaki şoför de tesadüfen depremi yaşamış. Onunla böyle kısa bir sohbetim oldu. Ondan sonrası hiç yok bende.
İÇ:
Deniz uyumuştu sanırım hocam.
GDB:
İndik ve MAŞTİ’DEN çıkıp rastgele ileriye doğru yürümeye başladık. Daha önce hiç gitmediğimiz bir yer.
GÖRÜNÜM:
Nereye gideceğini de bilmiyorsun.
GDB:
Etrafa bakalım dedik. Sonra tesadüfen birkaç kilometre sonra çadır kent gördük.
GÖRÜNÜM:
Nereye gideceğini bilen var mıydı? Otobüsten ineceğim ve şuraya doğru gideceğim diyen
TÇ:
Yani ben biliyordum çünkü ilk gittiğimde Antep’e gitmiştim. Orada beni bekleyen bir arkadaşım vardı ve yolları biliyordu. O beni arabayla ilk başta Antep’te depremden etkilenen merkez bir noktaya götürmüştü. Ben onun sayesinde biliyordum ama yoksa öncesinde bilmiyordum.
GÖRÜNÜM:
Peki biraz daha öncesine gelelim. Daha gitmeden evvel ne tür hazırlıklar yaptınız? Hem habere, haberciliğe, muhabirlik faaliyetine ilişkin hem de herhangi başka bir ihtiyaca ilişkin. Hatırlıyor musunuz? Ne tür hazırlıklar yapmıştınız İlke?
İÇ:
İlk başta aslında habercilik için gideceğimiz şehrin özelliklerine bir bakmıştık. Yani hangi belediyelerde hangi partiler yönetiyor? Oranın siyasi ortamı nasıl? İnsanları nasıl? Mesela neyi meşhur? gibi şehrin özelliklerine baktık. Haritada şehre tabii ki de baktık ama açıkçası otobüsten inince pek bir işe yaramadı. Yine yabancı bir yerdesin. Nereye gideceğini yine karıştırıyorsun. Hazırlık aşamasında ne giyeceğinizi önceden planlamıştık. Çoğunlukla muhafazakâr kesimin olduğu yerlere muhabirlik yapmaya gittiğimiz için dış görmüşümüzden dolayı önyargı toplamamak için dikkat çekmememiz gerekiyordu. Mesela dövmemiz varsa dövmemiz gözükmeyecek, Erkekler için küpe varsa takmayacak şekilde hazırlanmıştık. Ben mesela piercingimi çıkarmıştım. O zamanlar hala orada enkazlar temizlenmediği için hava çok pisti. Bunları önceden biliyorduk. Bunun için de maske, kolonya gibi ihtiyaçlarımızı karşılamıştık. Mesela dişimizi fırçalayamayacaktık onun için sakız almıştık gibi ince detayları düşünerek çantamızı hazırlamıştık.
GÖRÜNÜM:
Hazırlık evresine ve duygu durumunuza ilişkin başka bir şeyler hatırlıyor musunuz?
TÇ:
Ben ilk gittiğimde hiçbir şey hissetmedim. Yani hissedemedim çünkü oradaki depremzedelerin duygu durumunu anlayabileceğimi çok düşünmedim ama ikinci gidişimde çok tedirgindim. Çünkü o gerçekliğin yüzüne vurması farklı bir şey. İkinci gidişimizde birinci yıl dönümünde gitmiştik. Aradan bir yıl geçmiş. Orada yaşayan insanlar bunu bir yıldır yaşıyor ve ben sadece iki gün yaşadım. Bir yıl sonra bu gerçeklikle gitmek ve neyle karşılaşacağımı, tepki alıp almayacağımı bilememek beni çok tedirgin etti. Siz insanlara oraya yardım etmeye, onların sesini duyurmaya gidiyorsunuz ama ya yanlış anlaşılırsam ya da beni başka gazeteciler gibi sanarlarsa diye bir korku oluyordu.
ZG:
İnsani olarak da bir yıl içerisinde hiçbir şeyin değişmediğini bilerek gittik. Yani ilkinde ben herhangi birimizin duygusal olarak bir hazırlık yaptığını veya yapabileceğini düşünmüyordum ama ikincide bir şeylerin değişmediğini bilerek gitmek ilkine göre bizim için biraz daha kırıcıydı.
AT:
Öfkeliydik.
ZG:
Evet öfkeliydik.
GM:
Ne kadar kendimizi oraya hazırlamak istesek de hem ilk gidişimizde hem de ikinci gidişimizde oradaki gerçekler zaten bize çarpıyordu. İlk gidişimde benim için şahsen beklediğimden çok daha korkunç şeyler gördüm. İkinci gidişimde hala oranın iyi durumda olmadığını bilerek gidiyorsun ama yine de orayı görmek, orayı hissetmek ne kadar hazırlanırsak hazırlanalım bir faydası olmuyor bence.
TÇ:
Bence ilk gidişimizde duygusu olarak hazırlıklı değildik ama döndüğümüzde duygusal olarak başka bir şey hissedeceğimizin de farkında değildik. Mesela kendi aramızdaki sohbetlerde “Bana yemek yemek tuhaf geliyor, duş almak tuhaf geliyor, sana da geliyor mu?” gibi konuşmalar yaşandı. Çünkü oradaki insanla suyu bulmak için çok fazla mücadele vermesi gerekiyor ama sen bunları eve döndüğünde basit bir şekilde yaptığında duygusal olarak kendini daha kötü hissediyorsun.
AT:
Aslında ilk gittiğimizde fiziksel bir hazırlık yaptık, duygusal bir hazırlık yapamadık, bilmiyorduk. İlk gittiğimizde fiziksel, ikinci gittiğimizde duygusal bir hazırlığa yoğunlaştık. İkinci gittiğimizde zaten oranın kötü olacağını biliyorduk. İlk gittiğimizden daha üzücü bir tavırla karşılaşacağımızı biliyorduk. Yine aslında boş bir araziye gidecektik ve bunu biliyorduk. O yüzden daha çok duygusal hazırlık yaptık. İlkinde Gökhan Hoca bu haberi istiyorum dedi bize liste yaptı, bunları getirin dedi ve bunları yapmak zorundayım düşüncesiyle gittik ama ikinci gittiğimizde gördüğümüz insanları tekrar görebilecek miyiz diye düşünüyorduk.
İÇ:
İlk gittiğimizde hem hayatımız boyunca ilk defa böyle bir şey görüyoruz hem de mesleki açıdan ilk defa böyle bir şey yapacağız o yüzden endişeliydik. Zaten hepimizde bir buçuk, iki yıldır muhabirlik yapmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla habercilik deneyimimiz de çok az. Aslında o mesleki kaygıdan dolayı biz fiziki hazırlıkları ön planda tuttuk. Bu yüzden duygusallığın sırası gelmedi.
TÇ:
Şu da bence önemli bir nokta ilk gittiğimizde biz grupta çok fazla konuşmadık ama ikinci gittiğimizde birbirimizle haberleşmeye daha çok ihtiyaç duyduk. İhtiyaç duyduğumuzda gruba yazmak, birbirimizle konuşmak bizi biraz rahatlatan bir şeydi aslında. Hatırlayın ikinci gidişimizde yolda birbirimize espriler yapıyorduk ki içimiz biraz ferahlasın, rahatlayalım. İkinci de bu daha çok hissediliyor çünkü ilkinde hiçbirimizin hazırlanabileceğimiz bir duygusallık durumu yoktu, bilmiyordu.
GÖRÜNÜM:
Peki biraz daha öncesinden devam edeyim. Şimdi hepiniz Görünüm’de çalışıyorsunuz, belli bir haber deneyiminiz ve bilginiz var ama Ankara’daki toplumsal olaylar dahil olmak üzere böylesine büyük bir meselede habercilik yapmaya yetecek kadar bir mesleki deneyim birikimi de yok. Bu ne hissettirdi? Endişelendirdi mi? Korkuttu mu? Ya da sizin heyecanınızı mı arttırdı? Öğrencisiniz, çok fazla haber deneyiminiz yok. Ne olacağını fiziken bilmediğiniz fakat işte medyadan takip ettiğimiz kadarıyla tahmin ediyoruz ki orada bir cehenneme gidiyorsunuz. Öğrencisiniz ve pek fazla da deneyiminiz yok. O bir heyecan mıydı? Bir korku muydu? Ya da o güne dönsen tekrar gider misin? Deniz gitmeyecek herhalde.
GDB:
Giderim kesinlikle ama sorunuza bir cevap olarak o deneyimsizlik bana daha çok güven verdi. Çünkü ekipte en amatör gazeteci bendim. 2-3 ay falan olmuştu Görünüm’e gireli ve hiçbir şey bilmiyordum. Ama şeyi biliyordum bir şekilde çıkacağım ben buradan. Eğer şu anki deneyimimle gitseydim nasıl yapacağım ve nasıl konuşacağım konusunda daha çok endişelenirdim. Aslında o körlükle gitmek beni daha çok rahatlattı.
Mİ:
Yani mesleki deneyimsizlik o heyecanı getiriyordu açıkçası. Ben kendi adıma konuşayım bir yandan da çok büyük korku getirmişti bana. Özellikle oraya ilk ayak bastığımda “Elimde hiçbir şey olmadan mı döneceğim acaba?” diye düşünmeye başladığım zamanlar oldu. İnsanlara nasıl soru soracağım? Soru soracak birilerini bulabilecek miyim? İnsanlar benimle konuşmak isteyecek mi? diye çok çekindiğim ve korktuğum bir zaman dilimi olmuştu. Yani 5 dakika çimene oturduğumda bile gerçekleştirdiğim konuşmalar yeterli değilmiş gibi hissettirmişti bana. Ama otobüse ilk bindiğimde de garip bir heyecan vardı. Deprem bölgesine gidiyorum farkındayım ama çok garip bir heyecanım vardı. Bu görev benim için çok büyük bir şeydi. Benim için iki duyguyu da barındırıyordu.
ZG:
Bu mesleki kaygının bizi biraz ayakta tuttuğunu düşünüyorum ben. Duygusal olarak hazır gitmedik. Orada haber yapıp dönmek zorundaydık. Bunun için geldik dedik ve duygusallığa sinir bozmaya, daha çok öfkelenmeye, bunlara engel olan şey haber yapmamız gerekiyor duygusuydu bence.
AT:
Ben ikinci gittiğimde daha çok zorlandım. Bir de şey var ya çok büyük bir yere gidiyoruz çok büyük bir olaya gidiyoruz. Nereye gidiyoruz? Bu vardı kafamızda. Ekranda izliyorduk o kadardı Bir gittik sağımız solumuz arkamız önümüz her yer böyle olunca biz nereye geldik. O yüzden o biraz daha şey veriyordu, Deniz’e katılıyorum. O daha büyük rahatlık veriyordu Ne olursa olsun geçmiş olsundan fazlasını söyleyebilirsek bir şey çıkacak buradan diyorduk. Ama ikinci gittiğimizde aylar geçmişti daha çok haber yazmıştık, deprem bölgesini görmüştük ve üzerine bir şey katmak zorundaydık. Bunun ağırlığı daha büyüktü benim için. O yüzden ilk gittiğimde daha rahattım sanırım.
İÇ:
Bir de aslında ilk gittiğimizde insanlar çok fazla sesini duyuramamıştı. Özellikle işte Malatya gibi yerlerde çok fazla basın gelmemişti oraya d yüzden insanlar konuşmaya daha çok istekliydi. O yüzden aslında önüne gelen herkes konuşuyordu seninle ve zaten nereye baksan her yerde haber vardı. Özellikle ayrıca bir haberin peşinden koşmana gerek yoktu. Mesela yanda bir çay ocağı vardı oraya gidiyordum bambaşka bir hikâye çıkıyordu. O yüzden aslında haber bulamama endişesi yoktu ama ikinci gidişimizde işte insanları artık hiçbir şey düzelmediği için orada oralarda artık konuşmaktan yorulmuşlardı. Onlarla konuşmak daha zorlanıcıydı.
GÖRÜNÜM:
Otobüsten indin. Hem hazırlık evresi hem otobüs yolculuğu, ilk indiğinde ilk baktığında gördüğünde nasıl bir karşılaştırma oluştu zihninde?
GM:
Otobüsten indim ve yaptığım tek şey fotoğraf makinesine fotoğraf çekmek oldu çünkü şöyle bir durum oldu ben ilk Elbistan’a gittim. Elbistan’da otogar yıkıldığı için otobüsler ilçenin ortasında bir yerde indiriyor. İndiğim yer zaten otobüsün park ettiği yer enkazın üstüydü. Etraftaki binalar da yıkılmıştı. Bu kadarını beklemiyordum Sadece fotoğraf çekmeye çalıştım Daha sonra Sabahın erken olmasının da etkisi vardı. İlçenin ıssızlığı ve büyük bir bölümünün yıkılmış enkaz içinde olması beni tamamen korkuttu. Yaşadığım tek his korkuydu. Ben sabah yedide indim, saat dokuzda kadar sanırım Hatay’a giden arkadaşlarım Asya ve Zeren’le mesajla veya telefonla konuştuk çok hatırlamıyorum. Ben yıkılan otogarın yanında sadece oturdum. Daha sonra ben kendimi bir şekilde Burada haber yapmam gerekiyor, ben buraya bunun için geldim, böyle duramam bekleyemem diyerek gezmeye başladım ve bir konteyner kent buldum. Orada haber yapmaya başladım. Ben o konteyner kente gidene kadar hiçbir şey yapamadım. İki saatim sadece korkarak geçti.
Mİ:
Ben indiğimde hava aydınlanmamıştı. Adıyaman’da saat kulesinin olduğu durakta indim. Ben etrafta ışık yok, ses yok, her yer yıkık dökük, hiçbir çadır ya da konteyner kent yoktu. İndiğim yerde ve ben sadece o caddeye yürüme cesaretine sahip olabildim ilk başta. Ara sokağa giremedim yani. O caddede ışık ve ses olmayı da o kadar korkutucuydu ki, yani bütün binaların hiçbir cephesi yok, içinde bütün eşyalar görünüyor. Ben kendimi bir Petrol Ofisine atmıştım en sonunda. Bir şey sorayım, yani nereden gidebilirim en azından yakınımla görüşene kadar çünkü çok erken bir saatle inmiştim. O yüzden kendim dolaşmak istedim. Oradaki zaten abi direkt anlamıştı, bana yardım etmeye çalıştı ben de hiçbir şey soramadan. Fotoğraf çekmek istiyorum ama bir yandan şeyden de çok korktum, yani çekebilecek miyim, diğerden biri gelip bir şey söyleyecek mi, işte bekçi, polis, herhangi biri müdahale edebilecek mi bana falan. Bunu düşünürken de çok korktum, ilk başta çekemedim ben. O caddeye bir dört yere falan gidip geldim aynı yere tamamen. Sadece bakarak gidip geldim yani hiçbir şey yapmadım. Sonra fotoğraf makinemi çıkarıp çekmeye başladım. İnsanlar çıkmaya başlayınca birazcık daha rahatladığım açıkçası, saat ilerledikçe ama ilk indiğimde, o korkuyu sanırım hiç zaman unutamam diye düşünüyorum.
GÖRÜNÜM:
Nasıl kırıldı o korku?
Mİ:
Yani hava aydınlanmaya başlayınca ortadaki manzara daha kötüydü. Ama bir şekilde insanlar dışarı çıkınca ben böyle biraz daha birileri konuşayım, iletişim kurayım ki kendimi rahatlatayım düşüncesiyle hareket etmeye başladım. O yüzden açıkçası insanlar gördükçe rahatladım, kalabalık ortaya çıktıkça rahatladım biraz. Onun öncesinde, hayalet şehirdi benim için, hiçbir fark yok. Ben gerçekten bir süre sonra kimse çıkmayacaktı sanırım. Kimse yok sanırım, hiç bence zaten yaşanılabilecek bir yerde yoktu. Ama etrafta ilk indiğim yerde çadırı konteyneri da görmeyince, başta çok endişelenmiştim. Sonra insanları görünce uyanmaya başladım. Yani bu iletişim kurmaya başlayınca oldu.
GÖRÜNÜM:
İnsani diyalog biraz rahatlattı yani.
Mİ:
Evet, öyleydi benim için.
GÖRÜNÜM:
Sen korktun mu Deniz?
GDB:
Korku hissinden çok, saatten de dolayı şehre ilk geldiğimde şey gibi duruyordu, bazı binalar hala dışarıdan bakınca sağlam, camlar açık bırakılmış, çamaşırlar toplanmadan gidilmiş, terk edildiği belli oluyor ama dışarıdan daha sağlam duruyor. İlk ben şey olarak düşünmüştüm, bu şehri mi terk ettiler acaba? İnsanlar olduğunu biliyorsun ama bir yandan da o havaya kapılıyordum. Ama bende de şey olmuştu, insanlarla konuştukça, insanların çay içtiğini gördükçe ya da işe gitmek için otobüs beklediğini gördükçe daha normalleşmiştim, daha sakinleşmiştim.
GÖRÜNÜM:
Peki ilk temasınız kimle, nasıl oldu? Haber açısından söylüyorum, muhabirlik faaliyeti. Asya hatırlıyor musun?
AT:
İlk temasımız?
GÖRÜNÜM:
O yani, o hissi de yendiğin, çekingenliği de yendiğin ya da yenmek zorunda kaldığın, habercilik faaliyetine başladığın. İlla bir muhabirlik faaliyeti olmak zorunda değil de, yani temas kurmak, merhaba demek, iletişim kurmak falan.
AT:
Biz otogardan indiğimizde Antakya Otogarı tamamıyla yıkılmamıştı ama dökülüyorlardı. Acaba içine girsek mi? Fotoğraf da çekmek istiyoruz. Bir girip yürüdük, çok kısa yürüdük, birkaç kare fotoğraf aldık. Zaten firmalar dışarı kurmuştu tezgahlarını. Dedik ki bu insanlar nereye gidiyor, nereden geliyor, neden gidiyor, neden geliyor, neden gidiyor diye biraz biliyorduk ama yine de onlardan duymak istedik. Gazdar abiyi gördük. Eşini, çocuklarını yolcu edecekti. Vedalaşırlarken selam verdik, konuştuk. Artık buradan gidiyoruz diye gittiler. Sonrasında şehir merkezine nasıl ineceğiz diye sorduk. Tarif ettiler. Sonrasında baktılar, yürüyemeyeceğiz oraya kadar. Bizi birlikte, Zeren’le beraber aldılar. Şehir merkezine giderken de etrafı gösterdiler. Burası buydu önceden, böyleydi. Bu bina aslında belediye binasıydı. Burada şu vardı gibi. Hep di’li geçmiş zamanla bize şehri anlattılar. Orada indikten sonra etrafı gezdik, fotoğraflar çektik. Asi Nehrinin etrafına dolaştık. Bizim ilk temasımız Gazdar abi oldu. Sonrasında çok kez iletişime geçtik kendisiyle.
GÖRÜNÜM:
Sen hatırlıyor musun?
GM:
Benim şöyle oldu. Konteyner kentine, ilçenin haritasına bakmıştım. Konteyner kentinin olduğunu bilmiyordum aslında o bölgede. Oraya girdim ben. Orada birkaç şey gördüm. Uzaktan izledim. Oraya girerken, haber yaptığım Ferit Suluk’u görmeden önce de iki tane polise selamlaşıp oraya araştırmacı olarak geldiğimi, üniversitede çalıştığımı belirttim ama gazeteci olduğumu söylemedim. Bunu da planlayarak yapmadım. Onların bana sorduklarında bunu söyledim. Kendimi gazeteci olarak tanıtmadım. Daha sonra otururken tartışmayı izledikten sonra Ferit Suluk’la tanıştım. Onunla görüştüm. Oradan bir onun hikayesini dinleyerek bir haber çıkardım. Ondan sonrası da kendiliğinden geldi. Tüm zorluk, benim o ilçe ilk indimdeki yaşadığım his, endişe. O ilk haberi yaptıktan sonra açıldı. Ben habercilik yapmaya daha sonra gün boyunca devam ettim. Tüm endişelerim konteyner kentte ilk insani diyalogları kurduktan sonra yok oldu.
GÖRÜNÜM:
Neden haber için geldiğini söylemedin?
GM:
Hiç bilmiyorum. Çünkü bir plan yapmadım. Biri bana kolluk kuvveti, sen niye buradasın diye soracağını da tahmin etmedim. Sorarsalar da bir planım yoktu açıkçası. Sadece araştırmacı olduğunu söyledim, Ankara Üniversitesi’nde çalıştığımı söyledim. Muhtemelen beni akademisyen sandılar.
GÖRÜNÜM:
Refleksle, düşünmeden.
GM:
Evet düşünmeden yaptım.
GÖRÜNÜM:
Peki, aklınızda kalan en… Pek çok şey var biliyorum. Neşeli anı çok azdır belki ama… Aklınızda kalan pek çok şey var biliyorum. Ama ilk böyle sorulduğunda aklına ne geliyor İlke? Bir olay olabilir, bir kişi olabilir, bir duygu olabilir. Ne geliyor aklına?
İÇ:
Hocam ilk aklıma şey geliyor. Malatya’nın Yeşilyurt’unda indik biz. Yeşilyurt, MAŞTİ’de. Orası ilk indiğimiz zaman dolaştığımızda saat yedi falandı herhalde. Sabah yediydi. Her yer çok tertemizdi. Ondan sonra otobüsler geçiyordu. İnsanlar iş için kalkmışlardı falan. Biz de şaşırdık Deniz’le. Ne oluyor dedik ya? Burada deprem olmuştu. Ne kadar kolay toparlanmış. Acaba burada az mı yıkım oldu? Öyle de gözükmüyordu. Tam tersine Yeşilyurt’ta daha fazla yıkım var diyordu haberlerde. Ondan sonra biz Şeker Fabrikasına doğru yürümeye başladık. Dümdüz yürüdük. Nereye gittiğimizi de bilmiyorduk. Dümdüz yürüdük. Sonra gittikçe ara sokaklara gitmeye başladık Yeşilyurt’u. Ve çok şaşırdık. Çünkü enkazlar ara sokaklarda başlıyordu. Ana caddeyi tertemiz etmişler. Ara sokakları dokunmamışlar. Enkazlar duruyor, molozlar duruyor. İnsanlar kötü durumda. İhtiyaçları karşılanmıyor. Bir tane çadırkente gittik Cemal Gürsel Mahallesi’ne. Orada gittiğimizde şey gördük. İnsanlar böyle tahta paletler taşıyorlar. Hiç de anlamadık ne olduğunu. Ondan sonra işte sorduk bunlar ne falan diye. Meğerse biz gitmeden önce zaten, iki hafta önce falan, yoğun bir kar yağışı olmuş. Bununla dolayı da çadırlar su altında kalmış. Bunun için de hani iki hafta sonra, çadırlar ıslandıktan sonra, tahta paletler daha yeni gelmiş. Onları taşıyorlardı. İşte insanlarla sohbet ettik. O kadar artık yorgun gözüküyordu ki insanlar. Konuşmaya halleri yoktu. O diyaloğu tutturmak çok zordu benim için. Zaten ne diyeceğimi bilmiyorum. Bir insan olduğum için mahcup hissediyorum karşımdaki kişileri. Kafamda bu kalıyor. O iki, bir tane çift vardı. Onlar aklıma geliyor.
Mİ:
Yani benim birçok küçük küçük unsur geliyor açıkçası. Şaşırdığım ve aklımdan çıkmayan. Yani ben mezarla götürmüştü Mehmet abi. Mezarlıkta, insanların yakınlarını arıyor olması ve sadece eşyalarla tanımaya çalışmaları. Hele ki yani Mehmet abi orada sohbet ettiğimizde, işte herkes defnettikten sonra anlamak için işte toka, elbise, forma, artık elinde ne eşya kaldıysa onu koyduklarından bahsetmişti. Ve beni çok etkilemişti yani.
GÖRÜNÜM:
O da senin ne var aklında?
TÇ:
İlk gittiğimizde şöyle, benim aklıma şu kalmıştı. Ben daha arkadaşımla daha rahat bir ortamda değildim. Çünkü orada beni bekleyen bir yeri vardı, bir araba vardı. Merkeze rahat bir şekilde geçebilecektim. Biz Masal Parkı’na girdiğimizde, adını hatırlamıyorum. Orada bir adamla sohbet etmiştik, ufak bir sohbet. Kendisi beni çadırında biraz ağırlamıştı. Oturduk öyle on beş yirmi dakikalık bir diyalog kurmuştuk haber için. Kayıt almamı istemiyordu ama ben sürekli not tutuyordum orada. Ardından sohbet sona erdiğinde şöyle bir şey oldu. Bana ufak bir şey, paket açtı böyle. Oradan lahmacun vermek istedi. Bir adet lahmacun. Orada biraz afalladım, ne yapacağımı bilemedim. Çünkü anlattığı şeyler çok öfkeliydi ama karşısındaki şeyi hissettiriyordu aynı zamanda bak ben öfkemi sana kusmuyorum, orada siyasilereydi. Ardından o şeyi göstermesi bile, elinde bir parça lahmacunun bile tamamını, bölüşmüyor, tamamını vermek istiyor. Yani bende ayıp olmaması için kenarından bir parça alıp yemek zorunda kaldım. Ayrılırken teşekkür etti, sarıldı bana. İyi ki geldin dedi. Ankara şehrinin isminin, orada etkisini o kadar fazla hissettim ki. Benim not aldığımı gören oradaki kadınlar, gelip bana oradaki ihtiyaçları da anlattı. Belediyenin karşılamadığı ihtiyaçları. “Ya sen not alıyorsun, necisin bilmiyoruz ama bizim şöyle bir tuvalete ihtiyacımız var, hijyene ihtiyacımız var.” 5-6 kadın bir anda etrafıma geldi ve bir anda hepsi konuşmaya başladı. Ne olduğunu anlayamadım. Söylediklerinin hepsine not aldım, haberde geçirdim. O an onlara şu sözü asla veremezdim. Onlar için sadece not alan bir insan görmek bile, gidip ona ihtiyacını söylemek gerektiğini hissettiriyor. Uzun süredir aynı talepleri belki de, senden önce de birileri not alıyordu burada birileri yazdı ama sonrasında dönüşü olmadı. Ben bunların notu aldım ama size bunları yüz yüz karşıladım diyemem. Çünkü buradaki görevim çok farklı ama oradan da çıkamıyorsun o işin içinden. Çünkü sana her an böyle bir şeye ihtiyacı olan ve bunu anlatmak isteyen insanlar burada. Ama kustukları öfke ve nefret asla sana değil. Bunun siyasileri olduğu yansıyor.
Mİ:
Ben de buna benzer olay yaşamıştım. İlk indiğimde fotoğraflarken etrafı sadece. Bir kadın beni durdurup, devletten misin, evi raporlamak için mi gelmiştiniz hasar konusunda diye sormuştu. Ben de çok üzgünüm değilim, gazeteci olduğumu bahsetmiştim. Kadın konuşmak istememişti o an zaten. O kadar umutlu sormuştu ki hayır derken çok zorlanmıştım. Keşke o olsaydım bile demiştim yani sohbet ederken. O da çok ilginç bir hikayeydi.
GM:
Benim ikinci gidişimde Adıyaman’a gittiğimde ki o mezarlıkta yaşadığım anı. Deprem sürecinde, benim aklımda ilk gelen şey hep o oluyor, o olacak zaten. Gitmeme birkaç saat kala, 6 Şubat günü Adıyaman’da mezarlığa gittim. Orada fotoğraf çektim, haber için çalışıyordum. Mezarlıkların arkasında 6 Şubat’ta vefat edenlerin hepsi bir bölüme gömülmüştü. Hepsinin arkasında numara yazıyordu. O sayılarla bir büyüklüğü yaşanan yıkımın büyüklüğünü göstermeye çalıştım fotoğrafla. Orada insanlar kaybettiklerinin mezarlarında. Kimseyi de rahatsız etmek istemiyordum orada. Çok yakından fotoğraf çekmeyi hiçbir zaman yapmadım. Bir kadın gördüm orada, bir mezara bakıyordu. Birkaç kez göz teması kurduktan sonra fotoğrafını çektim. Daha sonra yanından geçtim ama bir şey de demeyecektim çekindiğim için. O bana mezardaki yazan iki ismi söyleyip, doğru mu diye kontrol etmemi istedi. Aslında okuma yazması yokmuş. Orada benim bunu söylememi istedi. Teşekkür etti. Hiçbir şey diyemedim. Gittim. Daha sonra mezarlığının çıkışında dinleniyordum. Tabii 6 Şubat olduğu için orada lokma, çikolata, su dağıtanlar vardı, kalabalıktı. O yaşlı kadın orada aldığı gofretle küçük paket sulardan birini getirdi. Bana öyle teşekkür etti. Benim aklımda kalan en büyük şey oydu.
GÖRÜNÜM:
Peki tabii büyük acılığa ben tanık oluyorsunuz. Kendinizde çok korku, endişe vesaire duygular var. Bu muhabirlik faaliyeti bunlara ne etkide bulundu? Yani muhabir olduğunuzu hatırladınız an ne hissettiniz ya da onu hatırladınız mı hatırlamadınız mı? Nereden unuttunuz? Nereden hatırladınız? Nerede geldi aklınıza? Geldi de ne oldu?
ZG:
Toparladı ve silkeletti aslında. Oradan biraz ayırdı. Mezarlıktayken. Aslında hep unutamadığım bir anla da aynı örnek olabilir. Fotoğraflarken küçük bir çocuk geçti yanımızdan. Yanındaki kişiye “bu mezarlıktaki herkesin ölüm tarihi aynı, her taşta aynı şey yazıyor” dediğinde hem ilk gidişimizin hem de ikinci gidişimizin o anına kadar ki tüm sinirini bir anda boşaldı benden. Orada Asya’nın da çok büyük etkisi vardı yan yana olmamızın. Şu an buraya bunun için geldik, şu an habercilik yapıyoruz, mesleğimizi yapmaya çalışıyoruz. Ve şu an toparlamamız lazım, gittikten sonra düşünürüz bunu. Gerekirse gittikten sonra buna oturur, ağlarız dedik. Orada silkeledi bizi.
AT:
Evet buna katılıyorum. Ben iki gün kaldık iki gittiğimizde de. Zorluydu zaten sürekli üzüleceksin, sürekli ağlayacaksın, sürekli bunu düşüneceksin. Ama bu iki günün üzülürsen eğer elin boş döneceksin. Buradan boş ayrılmak, oraya bir şey götürmemek demek. O yüzden oraya da elin boş gitmemelisin. O yüzden erteledim ben.
TÇ:
Muhabirlik faaliyetini yaparken aslında duygularımızı ön planda tutmamalıyız. Bu normal haberler için de geçerli. Biz hiçbir zaman duygularımızı ön planda tutamayız. Ama orada bu çok zorluyor. Muhabirlik faaliyeti hep aktif olduğu anlarda hep duygularım geri plandaydı. Ki duygusal biri olmama rağmen böyleydi. Hep böyle bir kalpsiz biriymiş gibi davranmaya çalıştım. Niye öyle davrandım hiç bilmiyorum. Belki öyle davranmasam gazeteci faaliyeti yürütemezdim diye düşündüm bir anlamda. Tek bir anda duygumu artık geri planda alamayacağım tek bir anda oldu. O da şuydu. İkinci gittiğimde mezarlıkta insanların artık o mezar başlarına koyduğu eşyalar. Oyuncak, ayakkabı, resim, takım elbise, gelinlik. İnsan sevdiğiyle kavuşamadan ölmüş ve artık bu insanın burasına kadar gelmişken “Ya çekeyim tamam” diyorsun, çekiyorsun. Daha fazla dayanamadım ve alandan ayrılmak istedim. Çünkü gördüğüm manzarada mezar başında biri bayağı battaniye bir yorgan getirmiş. Orada ölen kişisiyle beraber yatmaya çalışıyordu. Yani ayrılmak istemiyor. Belki bir yıl geçmiş aradan. Bir yıl geçmiş, öldüğüne inanmıyor. Dedim ki daha fazla kalamayacağım. Bir iki saat zaten mezarlıkta zaman geçti artık bu üstüme gördüğüm şey, daha fazla kalamayacağım. Gittim durağa otobüs beklerken oturdum biraz durumu düşündüm. Yani neyin içinde olduğumu anlayamıyordum o an. Nereye düştüğümü anlayamadım. Orada gazetecilik varlıktan çok insanlık ve duyguların ön plandaydı.
AT:
Bir de o iradeye tutunuyor insan. Biz Sadet Hanım’la tanıştık. Bir kere önce telefonla konuşmuştuk. Ses gazetesinin Yazı İşleri Müdürü. Onunla sohbet ettiğimizde öyle güçlü bir irade vardı ki. Biz de bir an da örnek alarak, bir yandan döndüğümüzde de örnek alarak. O iradeye bütünleştik. Zaten şehir bizi girdiğimizde bir saat sonra içine almıştı, o toz, toprak. Oradan birikip indik artık. Ama bir anlamda bir adım gerideydik. Ama o irade bizi içine aldı ve dedik ki haber yapmalıyız. Çünkü burada gazeteler bir şekilde yeni sayısını çıkarmak için uğraşıyor. Biz de gazetemizin sayısını çıkarmakla uğraşmalıyız.
TÇ:
Gider gitmez biz de kendimizi depremzede de sayabiliriz. Çünkü oraya girdiğin an, Asya’nın söylediği gibi bir saatte değil, bir iki dakika geçtikten sonra bile direkt onlardan biri yapıyor seni. Çünkü böyle bahsettiğimiz şeyler, onların yaşadığı şeyleri anlamamıza çok engel değil aslında. Kendimiz de orada bulunuyoruz, kendimiz yapıyoruz. Sadece zamansal olarak fark var. Ben mesela bir gün çadırda yattım. İnanılmaz, yatılmaz, kalınmaz bir şey. Çünkü gece çok soğuk, sabah çok sıcak. İnsanlar, çocuklara burayı bir masalmış gibi anlatması. “Burada bir oyun oynanıyor şu anda bir süreliğine buradayız, evimize döneceğiz tekrar” Çocuğun burayı anlamaması, orada hala bir şekilde koşuşturuyor olması. Senin kendin için koyduğun gofreti, çikolatayı, krakeri çocuğa veriyor olmanla ona yapabileceğinin bir şey var. Bize net bir şekilde, çocuklarla hiç bir temas koymuyorduk. Sadece gülünce, gülümsüyordun ve yanında varsa bir çikolata, gofret, kraker vermekten başka yapabileceğinin fazlası olmaması, insanı daha yaralayan bir şey. O yüzden aslında biraz gittiğiniz gibi kendinizi depremzede sayabiliriz diyebiliyorum.
GÖRÜNÜM:
Tekrar dönüyorum gidişinizin öncesine. Deniz 2 aylık, 3 aylık herhalde Görünümcü’lüğün vardı o sırada. Diğer arkadaşların aşağı yukarı 1,5 sene biraz fazlası gibiydi sanıyorum. O 1,5 senelik Görünüm faaliyeti orada bir işinize yaradı mı? Yaradıysa neye yaradı? Yaramadıysa niye yaramadı? Ne yarayacağını düşünüyordun da hiç işe yaramadı. Elinde neyle gitmişsin yani? İlke ne dersin?
İÇ:
Hocam 1,5 yıllık Görünüm deneyimi aslında klasik haber kaynağı nasıl bulunur, işte nereden bulunur, bir haber yapacaksan kafanda onu toparladım, tasarladım, nasıl bir yol izlerim, hangi soruları sorarım, nasıl yazarım gibi bir plan için yararlı oldu. Bunun dışında aslında herhangi bir kuralı olmayan bir ortamdaydık. Çünkü hiçbir şey yoktu elimizde. Karşımızdaki insanların psikolojisi çok kötü durumdaydı. Biz zaten 1,5 yıllık muhabiriz. Daha yeni soru sormayı belki öğreniyoruz, belki öğrenememişiz bile. Dolayısıyla çok da aman aman bir faydası oldu diyemem ben. Çünkü normal bir yer değildi orası, daha başka bir yerdi.
GÖRÜNÜM:
Gökmen sence?
GM:
Öncesinin çok bir etkisi olmamış olabilir ama deprem bölgesi haberciliği sonrasına çok şey kattı diyorum ben. Görünüm’e ve Görünüm muhabirleri bizlerin gazetecilik gelişimine çok katkısı oldu bu sürecin.
GÖRÜNÜM:
Ne katkısı oldu deprem bölgesine gitmiş olmanız?
İÇ:
Hocam benim kendime gördüğüm en büyük katkısı şu oldu: Zaten şu etik kuralları kafamızda iyice yedirmemiz çok zaman alıyor çünkü bir muhabir kaynağına nasıl yaklaşır? Belli bir mesafeden yaklaşır ama böyle bir ortamdan mesafe nasıl oluşacak ki? Orada işte aslında ben şunu anladım. Öyle anlarda, felaket anladığımda aslında insanlığını ön plana koyarak, muhabirlik değil de aslında daha çok insanlığını ön plana koyarak o karşındaki kişiyle konuşmaya başlamak, aslında kendini biraz mesafe ilişkilerini aşarak yani kendini onun yerine koyarak, bir dostmuş gibi konuşmak. Bunun yararını çok fazla olduğunu gördüm ben. İlk gidişimde bunun farkında değildim. Zaten bunun zararını çok fazla çektim. Çünkü çok yukarıdan geliyordu aslında benim sorularım oradaki kişilere. İkinci gidişimde ise o dostluk ilişkisini kurarak konuştuğum zaman hem ben rahat haberimi yaptım, hem de karşımdaki kişilerimle çok rahat konuştum.
GÖRÜNÜM:
Ne kaldı elinde Zeren? Muhabirlik itibariyle.
ZG:
İlke’nin, dediğine katılıyorum, gitmeden önceki kısmına, aynı şekilde Gökmen’in dediklerine de katılıyorum. Döndükten sonra daha fazla bir şeyler kattığını hepimiz gördük. Bu mesafe ilişkisinde biraz kafa karışıklığı yaşıyorum ben. Oradayken de aynı şey olmuştu. Nasıl konuşacağımı bilmiyorsun, evet. Bir muhabir olarak konuşmaya çalışıyorum ama üstten mi geliyor acaba sorularım. Dostane yaklaştığında haber olması gereken, kendi kafamızda hazırladığımız, önceden düşündüğümüz, o taslaktan çıkıyor mu, başka bir yere mi gidiyor? Öncesinin katkısı burada sınırlandırmaya yaradı Görünüm. Buranın sonrası da buradayken bir felaket haberi değil de daha normal bir haberde, daha belki de hız kattı. Artık bir habere sınırlandırma koymak benim için daha kolay hale geldi. Nerede durmam gerektiğini daha iyi biliyorum.
Mİ:
Yani aslında öncesinde soruları hazırlamak, bir plan oluşturmak, taslak yapmak, haber için yararlı Görünüm içerisindeyken daha öncesinde çok görmüştük. Ben açıkçası gitmeden önce kafamda sürekli bir planla, bunları soracağım, bunlarla görüşeceğim, fotoğrafımı çekeceğim, gördüğüm her şeyi yazacağım ve geri geleceğim. Sürekli bir planla ve böyle olacak, başka bir şey ne olabilir falan gibi düşünüyordum sürekli. Fakat bilmiyordum ki en başında böyle büyük bir acıyı yaşayan bir insanla nasıl iletişim kuracağım. Yani soru hazır, ama oranın sorudan önce “nasılsınız”ı bile nasıl diyeceğimin farkında değildim açıkçası. Yani oraya inip birilerini görmeye başladıkça nasıl iletişim kuracağım sorusu gelmeye başladı. Ve dedim ki ben bunlarını düşünmedim. Yani nasıl iletişim kuracağımı düşünmedim. Bu kadar zor olabileceğimi düşünmedim. Yani televizyonda gördüğüm görüntüyle gittiğimdeki çok başkaydı açıkçası. Ben bu kadar kötü beklemiyordum en azından. Otobüs yolculuğundayken bile. Yani iletişim kurmayı öğretti diyebilirim en başında. Bu kadar büyük bir acıyı yaşamış biriyle nasıl iletişim kurulur, o en temel bunu öğretti bana orada açıkçası. Gazetecikten de önce belki. Sonrasında haber yapmaya geldim ve elimde ne varsa onu çekmem, onu kaydetmem gerekiyor bir şekilde. Yani açıkçası o hayat hikayelerini her dinledikçe hayat hikayelerinden bir iki dakika sonra kendime gelmem gereken zaman olurdu.. Yani nasıl olabilir, nasıl mümkün olurdu böyle bir hayat hikayesi diye. Yani hem etki açısından hem de habercilik açısından çok büyük faydalar olabileceğimi biliyorum.
AT:
Biz pazar günü gemilere girmek istediğimiz için Kaymakamı 6-7 kez aradık. Yani o telefonu açsın çünkü biz bu akşam gideceğiz. Orada da yani haberin büyüklüğü küçüklüğü bir de bu nokta var. Ödüllü haberler, çok büyük haberler. Kimsenin bilmediği şeyler değil. Her haberin orada haber değeri vardı bizim için. Haber değeri de görmüş olduk. Bir yandan da evet, haberi çıkaracağız orada, yapacağız. Bir yandan da söyleşi sorularını yazıyorduk, ses kaydını alıyorduk, deşifre yapıyorduk. Hepsini yırtık attık, hafızamıza ne kaldıysa onu yazdık. Deşifre yoktu, ses kaydı yoktu, isim yoktu. Bir nakliyeci abi yazıyorduk. İsmini vermiyordu kimse. Buradan tamamıyla farklıydı. Ama onu yırtıp atmayı, onu uyum sağlamayı da aslında Görünüm’le, Gökhan hoca ile kurduğumuz iletişimle aslında sağlamış olduk.
GÖRÜNÜM:
Peki birazdan bir ara verelim bence. Bizim bir molaya ihtiyacımız var. Şimdi Deniz ile İlke birlikteydi. Sen, Tolga yalnızdın, tek başınaydın. Merve sen de tek başınaydın. Asya, Zeren birlikteydi. Gökmen sen de tek başınaydın. İki kişi olan arkadaşlar kendi aralarında, tabi ki orada sürekli beraberdiler. Diyalog vardı, bir şey vardı falan. O da tabi ki dahil olmak üzere birbirlerinizle ilişkiniz, iletişiminiz var mıydı, varsa nasıldı ve ne işe yaradı ya da yaramadı. Bir de Ankara ile diyeyim. Hem Ankara’daki arkadaşlarınızı ya da ne bileyim ailenizi ya da başka yerlerdeki arkadaşlarınızı kastediyorum muhakkak ama habercilik faaliyeti üzerinde konuştuğunuz için Ankara’da habercilik, oradaki habercilik faaliyetinizle ilgili diyalogda olduğunuz kim varsa. Görünüm’ün, diğer arkadaşlar olabilir, işte hocası olabilir, o diyalog neydi, nasıldı? Hem dediğim gibi hatırlatmak için söylüyorum, kendi aranızda, birbirinizle, iki kişi olanlar birbiriyle, diğer illerdeki arkadaşlarla ve Ankara ile habercilik faaliyeti itibariyle nasıldı diyalogunuz, ne işe yaradı, ne işe yaramadı, ne yaptırdı, ne yaptırmadı o diyalog. Deniz?
DB:
Soruyu hala düşünüyorum hocam. Diyalog kısmında bizim kesintilerimiz oldu aralarında. İlke ile. Ufak ufak.
GÖRÜNÜM:
Orada yaşadığımız stresi ufak birbirinize de yansıtmış olabilirsiniz. Ben de çektim o zaman. En büyüğünü, bana kesinlikle yansıtmış. Mesela, hakikaten benim de aklımdaydı. Konu gelir mi gelmez mi çok emin değildim. Geldi, ben de rahatladım psikolojik olarak. Siz problem yaşadınız orada. Orada yaşanmaması gereken bir problemdi. Orada başa edilemeyecek düzeye çıktı anladığım kadarıyla. Bana da yansıdı, ben de müdahale etmeye çalıştım. Neden yaşadınız o problemi, nasıl yaşadınız, nasıl üstesinden geldiniz? Gazetecilik açısından, arkadaşlığınızı, dostluğunuzu falan sormuyorum. Gazetecilik açısından ne kaldı aklınızda? O, birbirinize belki birazcık yansımış olan tartışmalar.
DB:
İkimiz de şeyin bilincindeydik. Biz buraya sonuçta bir görev için geldik. Yapmamız gereken işler, sorumluluklarımız var. En basitinden o kadar insanla konuşuruz, dertlerini anlatmışlar. Onları daha iyi şekilde duyurmalıyız. Bunun farkındaydık. Konuşmadığımız tartışmaların süreleri dahi, iş için yan yana gelip bunları devam etmeye çalışıyorduk.
İÇ:
Hocam şöyle oldu aslında. Bizim birbirimize sinirlenmeye başlamamızın nedeni aslında şeydi, Deniz öncesine gitmişti Malatya’ya ben gitmemiştim. Biliyorduk yani nasıl bir şey olduğunu ama belki de onun getirdiği bir gerginlikti. Yine aynı şeylerle karşılaşacağız falan. Yine baş etmek zorundayız. Ama zaten öncesinde Deniz de gergindi, ben de gergindim. Bunu çok net hatırlıyorum. Oturduk falan bilmeden önce. İndiğimiz zaman da yürümeye başladık, bir şeyleri görmeye başladık. İnsanlarla iletişim kuramıyorduk ikimizde. Bu yüzden de haber yapamıyorduk. Onun gerginliği vardı. Sonra ufak ufak şeylerine, birbirimize gıcık olmaya başladık. Sonra da biz bir noktadan sonra artık beraber hareket edememeye başladık. Ve artık dedik ki ayrılalım çünkü artık haber yapamıyoruz tartışmaktan.
DB:
İlke’yle yakın arkadaş olmamıza da bağlıyorum. Çünkü nazımız geçiyordu, İlke’nin nasıl gıcıklıkları Deniz’in yüzüne vurabiliyordu. Belki bu kadar samimi olmasaydı bu kadar net bir yüzüne vurmazdık.
İÇ:
Sonrasında biz ayrıldık ve tek tek haber yapmaya çalıştık. Ama bu çok kötü bir fikirmiş. Çünkü ikimiz de zaten ilk defa gidiyorduk Malatya’ya. Şehri bilmiyorduk ve beraber hareket edersek yorulurduk. Bir taraftan birbirimiz de düşünüyoruz. “Şimdi nerede, ne yapıyor acaba, başına bir şey mi geldi?” diye endişeleniyorduk. Birbirimize trip atıyorduk, telefonları açmıyorduk. O zaman daha çok geriliyorduk falan. Birkaç tane, iki tane haber çıktı yalnız başımıza yaptığımızdan sonra. Sonra tekrar bir araya gelip, birbirimizin gönlünü alıp hareket ettik. Böyle haber yapmaya devam ediyoruz.
GÖRÜNÜM:
O sırada mesela Ankara’yla diyaloğunuz?
İÇ:
İyiydi. Hatırladığım kadarıyla telefonları açmıyorduk.
TÇ:
İyi olmasının sebebi iletişim kurmamanız. Yani büyük bir güç bence. İnsanı rahatlatacak bir arkadaşı… Hem meslektaşız hem arkadaşız. Orada iletişim kurmak çok önemliymiş. İlkinde biz niye bu kadar az iletişim kurduk, ben ona yakındım ilk gittiğimizde. Arkadaşlar ilkinde de kursaydık ya, ben ilk kez gittiğimde uyuyamadım. Biliyorum siz de uyumadınız. İkincisinde, çünkü ben kalacak yer bulamadım, ateşin başındayım, böyle fotoğraf atıyorum arkadaşlara. İçinde esprisi dönen de bir şey tamam oluyor. Bir şekilde rahatlatıyor. Sonra bir şeye de bir sonuca varıyor. Ben iki saat kayboldum ikincide. İlk gün 12 saat haberimiz yok birbirimizden. İkinci günde ben şey demişim, ben otobüs bulamadım köpek kovaladı. Bir kahvede uyuyakalmışım. İki saatte herkes beni merak etmiş. İletişime çok ihtiyaç varmış. Kendi aramızda da orada ikinci gittiğinde de bence daha çok fark ettik bunu. Çünkü, Gökhan Hoca da bizi Ankara’dan çok rahatlatıyordu. Çünkü bazı noktalarda gerçekten tıkandığımız da oldu. İlerleyemiyorduk yani. Hem ortam izin vermiyordu buna, hem de bazen biz de tıkanıyorduk. Çünkü belli başlı engellerle karşılaşıyorduk, kolluk gibi. O noktada ne yapacağımızı bilemiyorduk, stresleniyorduk. Ama o noktada gerçekten birbirimize ihtiyaç duyduk. Bu anları anlatmamız, Gökmen’i arayıp beni köpek kovaladığını dinletmem bile bana çok iyi geldi.
AT:
Çok eğlenmiş.
GM:
Eğlenmemem gereken bir yerde çok eğlenceli bir hale getirdik. Köpekle konuşmasını bile dinledim. Benim için çok komik anlardı. Tabii kendi aramızda iletişimin dışında, bize çok destek olan Görünüm mezunlarının da bizle olan iletişimi bize aslında fayda sağladı. Hem mesleki açıdan hem de insani açıdan kurdukları diyalog, bizimle iletişime geçmeleri, bizim haber için onlara hem hazırlık aşamasında, öncesinde hem de oradayken danışabilmemiz hem de bize “Nasılsın, iyi misin, bir ihtiyacın var mı” diye bizi arayıp sormaları her iki gidişimizde de beni rahatlatmıştı. Bize iyi geldi. Çok destek oldular. Hepsine teşekkür ederiz.
ZG:
Ben Ankara ile iletişimle ilgili şunu söylemek istiyorum. Bunu da konuşmadık galiba, tam emin değilim ama ilk gittiğimizde de ikinci gittiğimizde de ilkinde kalacağımız belli değildi, günü birlik diye çıkmıştık yola ve orada bir ısrarla kalmıştık. Ama ikincisinde kalacağımız belliydi. Ve şey yoktu, şurada kalacağız, şu saatte çıkacağız, bu saatte geleceğiz. Kalacak yerimiz belli değildi. Bu ilk başta çok endişe vermişti bize. Ama bir yandan da oradayken o gece şunu fark ettim. Doğrudur umarım. Sizin ağzınızdan gibi olacak ama bize karşı da bir güvenin, evet kendi başlarınalar ama başarabilirler bir şekilde, bir yolunu bulurlar, hissi oldu o gün içimizde. İlk başta sinirliyken, kalacak yerimiz yokken, bir kalacak yer bulduğumuzda aydınlanması olmuştu.
AT:
Bir otel bulur bu çocuklar diye düşünmüş olabilir Gökhan hoca.
TÇ:
Aslında burada bir parantez açayım mı? Açmalı mıyım? Açayım. Hepimiz kızgındık, doğruya doğru.
AT:
Kalacak yer bulamadığımız için 21.30’da, 04.17’ye kadar burada artık oturacağız. En azından ısıtıcının üzerimize örterim diye oturduğumuzda, biz çok kızdık.
TÇ:
Şöyle bir kızgınlık var aslında. Biz şey bekliyoruz biraz da, orada bir şekilde Gökhan hocanın sağladığı bağlantılar, bizi bir kalacak yer ayarlar. En azından bunu düşünmeyelim. Çünkü orada haber esnasında çok şey düşünmek zorunda kalıyoruz. Gün bitsin, bittiğinde biz en azından 3-4 saat uyuyabileceğimiz, rahat bir şekilde güvenebileceğimiz bir yer olsun.
ZG:
Her şey o kadar çok belirsizdi ki, en azından o akşam kalacağımız yer belli olsun, en azından o noktada kafamız bu kadar korkulu, bu kadar yorgun olmasın kızgınlığı vardı.
TÇ:
Bunun rahatlığını hepimiz yaşamak istedik ama, ben şurada fark ettim, artık mecalim kalmadı, Pazarcık’tayım. Bir kahvehaneye girdim ve dedim ki “Telefonumu şarj etmem gerekiyor.” Şarjı taktığım sırada uyuyakalmışım. Ben o geceyi kahvehane, bir bekar evi 3 saatliğine, sonra gece 03.00’te tekrar kalkıp anmaları takip edip, yaklaşık 1,5-2 saat ateş başında, ardından birinin bana dükkanını açması sayesinde, 3 saatlikte orada uyudum. Ben o geceyi 4 farklı yerde tamamladım. Ama şundan da hiçbir zaman şey yapmadım. Gökhan Hoca bize güvenmiş, o hissi vermiş ve bu sorunun altına girmemizi aslında bilerek istemiş. Yoksa buralarda kalacak yeri yok, yani bize ayarlayacak mutlaka bir el olurdu, ben buna çok eminim. Ama bunu da tecrübe edinmemizi istemiş. Çünkü ilerleyen zamanda, eğer mesleğe devam edersek, meslek hayatımızda bize bu fırsatlar tanınmayabilir. Kendi başımızın çaresine bakmamız da gerekebilir. Biz kendi başımızın çaresine baktığımız için, bugün, çok da büyük bir yerden söylemek istemiyorum ama, Türkiye’nin neresine gidersek gidelim, kalacak bir yer bulurum hissi var bende.
İÇ:
Ben devam edeyim. Ben zaten ikinci gidişimden önceki gece, ben de çok sinirliydim Gökhan Hoca’ya karşı. Çünkü, doğru düzgün, Malatya’daki 04.17 anmalarının kimin yapacağı bile tam olarak belli değildi. Tek bir tane siyasi parti yayımlamıştı, ona ulaşmaya çalışıyordum, merkezini aradım, parti merkezini. Bir süre açmadılar, sonra bir daha aradım, açtılar. Oradan bir kişinin numarasını aldım, sonra onunla konuştum. Aslında, kendi çabamla böyle bir iletişim kurup biriyle. O kişi bana teklif etti, istersen benimle kalırsın ama bir taraftan tanımadığım için çekiniyorum, o yüzden o düşünceyi tamamen kafamda atmıştım. Sonra o gün gittiğimde Malatya’ya, işte gün içinde haberimi yaptım ettim, akşam olduğu zaman, bilmediğim, iletişimim beni bilmediğim bir konteynıra bıraktı, ardından kendisi de rahatsızlandığı için hastaneye götürmek zorunda kaldı. Ben de şehir merkezinde çok uzakta bir yerdeydim, etrafta elektrik falan da yoktu, ışık da yoktu. Ben bayağı korktum o gün, ne yapacağımı bilemedim. O yüzden dedim en iyisi, burada bu konteynırda gece 04.17’ye kadar burada bekleyeyim, saat 10 falandır herhalde. Bir de dışarısı da soğuktu. Orada çok çok sinirlendim. Sonrasında ama, işte orada konteynerde kalan depremzedelerle konuşunca, zaten beni görünce orada bırakmak istemediler. İşte küçük kız gel gel falan diye. Sonra, sığınacak bir konteyner aradım. Bir tane konteyner varmış, böyle misafirleri açılan bir yer gibi. İlk başta oraya götürmek istediler ama o kadar hava soğuk ki, ısıtıcılar çalışmıyordu. Sonra o konteynerde beni bırakmaya kıyamadılar. Aldılar beni, bir tane depremzedenin evine götürdüler. Ben orada 04.17’ye kadar durdum. Sonra yine o kişinin, elinde kaldığım kişiyle beraber 04.17’ye gittim. Sonra Ankara’dayken iletişime geçtiğim o kişiyi o anmada da gördüm de “Hadi gel, sabaha kadar da benimle kal” dedi, orada kaldım falan. Böyleydi yani. Benim için de çok değişik bir deneyim oldu ama böyle anlarda aslında böyle aslında herhangi bir felaket anlarında, insanların arasında aslında çok da böyle bir güven problemi olmuyor. Herkes yani evini birbirine açıyor. Bunu düşünmüş olabilir diye düşünüyorum.
TÇ:
Bu iletişime örnek vermek istiyorum. Ben işte kahvede uyuyakaldığımda, uyandığımda işte, direkt arkadaşlarıma ulaştım tabii, Gökhan Hoca’ya da ulaştım. Bu noktada Gökhan Hoca bana şey dedi, “Ne yapıyorlar şu an?” dedi kahvede. Dedim, “Hocam oyun oynuyorlar. “Git” dedi, “Yancı ol” dedi. “Bir şeyler anlatsınlar, konuş, sohbet et onlarla” dedi. Ben bu sohbet etmen sayesinde bekar evinde kalabildim. Oradan biri çıkıp dedi, işte kahve sahibi dedi, işte kahve sahibinde oturduğu masada kart oynarken işte gittim yanlarında birkaç sohbet böyle böyle durumdan bahsettim. Ve dediler ki, “Gel istiyorsan anmalara kadar burada burada kal.” Ardından anmalarda sohbet ettiğim, çorba içtiğim beraber biri sayesinde o anmalarda onunla tanıştık, sohbet ettik, çorba içtik. O bana, “Gel, benim dükkanımda kal” dedi. Yani o iletişimi sağlamasaydık hiçbir zaman kalacak yerimiz yoktu aslında. Ama artık çok iyi biliyoruz ki iletişimi nerede iyi sağlayabilirsek ve iyi kurabilirsek her zaman kalacak yerimiz vardır ve böyle anlarda da çok fazla oldu yani. Aslında hiç kalacak yerimiz olmayarak gittik ama dönerken de artık orada hep kalacak bir yerimiz varmış gibi döndük.
AT:
Evet. Bir de ben şeyi düşünüyorum. Acaba Gökhan hoca bize mi güvendi kalacak yer buluruz diye yoksa oradaki insanlara mı güvendi? Yani illa biri alır yanına, biri elbet çağırır. Çünkü Gökhan Hoca da daha önce gitmişti. Ben bunu düşündüm ama hepimiz ortak kırgınlığı paylaşıyorduk. Sonrasında da bir, “Evet, biz yetişkin insanlarız, kalacak yer bulabiliyoruz. Gökhan Hoca da bunun farkında.” Ama ilk baştaki kızgınlık hepimiz de ortak yansıyordu sanırım.
TÇ:
Bir de kalacak bir yer bulunduğunda da diğerinin kalacak yerine direkt seviniyorduk da. “Ah tamam, sen kalacak yer buldun.”
AT:
Arkadaşınız bulamadığında da gergin oluyorduk. “Sen hala bulamadın mı? Hadi şuraya da sor, buna da sor, şuraya git, buraya git.”
TÇ:
Aslında onu da tetikliyoruz bir anlamda. Kaybetmesin umudunu, aramaya devam etsin. Mutlaka kalacak bir yer bulunur.
GM:
Evet, benim ikinci gittiğimde kalacak bir yerim vardı. Bu durumda Tolga’nın dediği doğru. “Diğer arkadaşlarım acaba şu anda bu geceyi rahat geçirebilecekler mi?” Orada sürekli bir mobiliz, hareket halindeyiz. Cidden yoruyor, o an hissetmesek bile çok yoruyor bizi. Çantalarda, eşyalarımız, fotoğraf makinesiyle çok fazla yürüdük. Birkaç saat uyku bile çok önemli aslında, çok değerli bir şey. Bütün geceyi ayakta geçirmek, ateş başında geçirmek çok zor bir iş oradayken. Onun için o iletişim biraz rahatlattı. Arkadaşım yazıyor bana, “Ben daha kalacak bir yer bulamadım.” Tolga ve İlke yazmıştı grupta. Orada o iletişimi kurmaya çalıştık. “Şuraya da sorabilirsin, buraya da danış.” gibi. O biraz bizi aslında rahatlattı. Hem kendimizin o diyaloğu kurması ihtiyacı varmış, hem de kendi aramızda bunu konuşmamız gerekiyormuş bence. Tabii mesela otelde bir saat dinlenmek için kestiriyordum. Hani “Jakuzide uyuyakalmış” diye dedikodumu da çıkardılar. İsim vermek istemiyorum: Tolga. İkinci gittiğimizde …
GÖRÜNÜM: Sen Ankara’ya kızgın değilsin. Var mı ekleyeceğiniz bir şey.
AT:
Bir ortak şey daha söylemek istiyorum. Hepimiz Gökhan Hoca’ya durumumuzu bildirdik. Ama hiçbirimiz “Biz kalacak yer bulamadık, nerede kalacağız hocam?” demedik. “Bize niye kalacak yer bulmadınız? Kalacak yer kime soralım?” demedik. “Hocam bulamadık” bu kadar. “Arıyoruz” bu kadar.
GÖRÜNÜM:
Peki, ne duydunuz Ankara’dan, Gökhan hocadan? Ne duydunuz? Telefon ettiniz, kalacak yerin yok, şuradayım, buradayım falan filan. Nasıl bir diyalogtu o? Sadece kalacak yeri sormuyorum. Onu da soruyorum muhakkak ama o konuda. Onun dışında var mı? Açığa çıkarmaya, daha fazla üzerinde konuşmaya çalışıyorum. Merkezde diyalog ve habercilik itibariyle neyine yaradı neyine yaramadı?
AT:
Tweet atıyorduk sürekli. Hocam, yine mi tweet atacağız? Şimdi de mi tweet atacağız? Hocam, yazım hatası var. Acaba? Zaten hocam, gibi şeylerden sonra “İyi ki tweet atmışız” dedik. Çünkü sürekli iletişimdeydik. Sürekli haber yapıyorduk aslına bakarsanız. Küçük metinler de olsa. Oradan da hiç korkmamış olduk. Haber haber, tweet tweet. Gökhan Hoca bize söylüyor. En azından Gökhan Hocayla da iletişimimiz var.
ZG :
Ben ilkinde şunu hatırlıyorum. İkincisinde tam emin değilim. İlkinde şöyle bir şey olmuştu. Sabah konuştuğumuzda, ilkinde şöyle bir şey olmuştu: Şuralara gideceğiz, şununla görüşeceğiz. Gitmeden önce de konuşmuştuk. Oradayken iletişimimizde bazı yerlerde artık oraya alıştıktan sonra, adapte olduktan sonra unutuyorduk. Şu an bunu yaptık, şimdi ne yapacaktık? Oradaki iletişimimizde hatırlamamızı, tamam bunları yaptınız, şunu da söylemiştiniz arkadaşlar, o ne durumda? Daha sonra, aa evet, bu da vardı.
İÇ:
Şu da olmuştu hocam: İkinci gittiğimizde ben kalacak yerimi falan buldum. Depremzedenin evindeydim. Gökhan Hoca aradı beni. Konuştuk, o günün değerlendirmesini yaptık aslında. Bir de ben hani o bölgedeyken, bölgenin halkı çok fazla misafirperver, bazı hediyelerde de bulunmak istiyorlardı, ikramlarda bulunmak istiyorlardı. Ben bunun etik açısından doğru olup olmadığını kafamda sürekli tartıyordum ama tam olarak bilmiyordum. Bunu işte Gökhan Hoca ile paylaştığım zaman, doğru bir şey yaptımı, yanlış bir şey yapmadığımı kesinleştirince çok rahatlamıştım.
TÇ:
Bu gün sonu Gökhan Hoca’nın herkese arayıp bir değerlendirme araması, on beş dakika konuşması aslında hepimizi rahatlattı. Benim özellikle ikinci gittiğimde orada başa çıkamadığım, benim de başa çıkamayacağım bir durum oldu. Yani haber esnasında bir kolluk kuvvetinin müdahalesine maruz kaldım böyle. On beş, yirmi dakikalık bir orada işte konteynere çekmeler, böyle üstten konuşmalar, yani tabii avukat arkadaş yanımda ama böyle düşündüğümde, yani ne yapmam gerek? İlk direkt Ankara’yla temas kurdum ben. Yani burada bana bağırıyor, ben Ankara ile konuşuyorum, Gökhan Hoca ile konuşuyorum ve işte “Hocam bana burada şu an böyle”, Ankara da duyuyor bu. Ankara duy sesimi. Gökhan Hoca bana şey demese, ben devam edeceğim bu arada. Bitti, bizi bıraktılar ama hani şey demese, “Git, uzaklaş oradan, bir yarım saat, bir saat dinlen, bir şeyler ye, bir şeyler iç”, bunu demese, hani artık o kadar şeyde olmuşum ki, atraksiyonu almışım ki, o şeyle devam edeceğim oralarda bir yerlerde ve yine göze batacağım. O müdahalenin olması gerekiyor mesela, beni oradan yarım saat, bir saat oradan çekip başka haber için başka bir yere, bir saat uzaklaş, yeni bir haber için tekrar kendini doldur, o enerjini yakala ve tekrar devam et. Çünkü orada bırakamazsın artık ve şöyle bir şey de oluyor, onu aldıktan sonra o müdahalenin oradan daha çok yapasın geliyor, daha çok üzerine gidesin geliyor, oradan gitmeyesin de geliyor bu arada, orada dolaşasın da geliyor ona inat. O yüzden o Ankara’da müdahaleleri önemliydi.
AT:
Bir de genel yayın yönetmeniyle aslında iletişimdeydik ve gezip fotoğraf çekmek, insanlarla sohbet etmekten fazlasını yaptığımızı hatırlatıyordu. Gökhan Hoca bir yandan bizim için genel yayın yönetmeni olarak “Bir habercilik içerisindeyiz. Gezip fotoğraf çekin, ama bunlar haber fotoğrafı, bu haber görüşmesi, bu bir söyleyişi.” Bunu hatırlatıyordu bize sürekli. Yani bir gezgin gibi değil de bir muhabir olduğunu hatırlatıyordu.
ZG:
Çünkü bir yerden sonra oradayken gerçekten hani gezgin gibi oluyorduk.
AT:
Evet, yürüyüp dolaş, insanlarla konuş, fotoğraf çek, haber başta düşünüyoruz ama o uçup gidiyor zaten bir şey gördüğümüzde, bir sürü şey görüyoruz. Ama o “Haber yapıyoruz arkadaşlar” ve bitiyor yani.
TÇ:
Ben son bir şey ekledim mi unutmadan, bunu da unutmadan eklemek istiyorum. Ben en sonunda Gökhan Hoca ile iletişim kurduğumda şöyle bir şey oldu artık, artık ben haberleri ses kayıt cihazıyla yapmamaya başladım, yani not olarak yapmaya başladım. Ve şunu çok iyi hatırlıyorum arkadaşlar: Gökhan Hoca orada da Yaşar Kemal’den direkt telefonda örnek verdi. Yaşar Kemal de not alarak yapardı diye. Ondan sonra şeyi de anladım ben, en büyük katkısı da budur bence, sen de bahsetmiştin bir yarım saat önce, hepimiz bir süre sonra ses kaydını unuttuk. Bir şeylerin ses kaydını değil de, notlar olarak, elimizdeki notlarla ve hafızamızdakilerle habere dönüştürmeye çalıştık. Bu da bence önemliydi.
GÖRÜNÜM:
Evet gittiniz ve döndünüz. Otobüs yolculuğu dönerken ilk sefer otobüs yolculuğu nasıl geçti? Kısaca. Merve.
Mİ:
Dönüşte hiçbir şey düşünmemeye çalıştım ben açıkçası. Her şeyi döndüğümde yazarken saklamaya çalıştım. Yani yazarken düşünmek ve o zaman hatırlamak için daha çok çabaladım ama çok mümkün olmadı. Çektiklerime baktım, notlarıma baktım sürekli. Ben açıkçası uzun süre bana anlatılanları düşündüm. Uykuya kendimi bırakana kadar en azından böyle geçti. Gece yolculuğu olmasının da verdiği bir artıydı benim için açıkçası. Ama tamamen onu düşünmek bile çok garipti. Yani haberleri tekrar kafamda yazmaya başladım. Yazabilecek miyim diye düşünceler vardı.
TÇ:
Ben bir anlamda kaçıyormuş gibi hissettim. Çünkü otobüse zor yetiştim ben. 3-5 dakika kala falan yetiştim. Otobüse biner binmez Gökhan Hoca ile bir iletişimde bulundum. Otobüse bindim şu saatte kalkacak diye. Hocanın orada bana söylediği bir şey vardı. Yazmaya başla. Telefonda 3-4 tane haber yazmaya başladım ben. Ve bu devam etti. Yazacak halim kalmadı dediğimde sabah 5-6 civarlarıydı, uykusuz bir şekilde Ankara’ya 06.15 gibi falan indim. İndikten sonraki süreçte de zaten uyumadım direkt buraya geldim.
GM:
Ben ilk Elbistan’dan dönerken Zeren ile konuşmuştum. Galiba, sen de doğrula. Buraya tekrar geleceğim demiştim Elbistan için. Ben Elbistan’a gidemedim ikinci gidişimde. Adıyaman’a gittim. Öyle bir şey vardı içimde. Orada gördüklerimiz, yaşadıklarımız, yazdıklarımız, yazacaklarımız aslında burada bir şey var. Ve burada bu sürecek hissi vermişti. Tekrardan hem kişisel olarak hem de habercilik açısından bir muhabir olarak oraya geri geleceğimizi ben düşünmüştüm. Benim ilk otobüs dönüşüm böyle geçti.
GÖRÜNÜM:
Sen ne düşünüyorsun Deniz?
GDB:
Hocam şimdi cevabım biraz daha farklı olacak da. Otobüse bindiğimde zaten çok yorgunum. Kafam çok doğmuştu konuştuklarımdan, yaşadıklarımdan, gördüklerimden. O yüzden ben direkt şalteri kapatmıştım. Kapasiteyi doldurdum, zorlamaya gerek yok diye. Ankara zaten düşünecek çok vaktim olacak diye direkt uyumuştum.
İÇ:
Ben de hocam uzaklaşmayı istedim otobüse bindiğim zaman. O yüzden habere dair hiçbir şey düşünmedim. Kulaklığımı taktım, müzik dinledim.
AT:
Biz bindik, tik attık, üstünü çizdik, niye bunu yapmadık dedik, konuştuk. Sonrasında Adana’ya vardığımızda hala binaları kontrol ediyorduk. Ben orada çok şaşırdım. Sürekli binalara hangisi ağır hasarlı diye tahmin etmeye çalışırken Adana’da, başka bir şehirde bunları yaparken bulunca kendimi çok kötü hissettim. Sürekli böyle mi gezeceğim? Evet öyle gezdik. Ankara’ya gelince de, aynı şeyi yaptık. Sürekli binaları kontrol ettik. Sonrasında ikimiz de sustuk, aynen öyle şalteri kapatmaya çalıştık. Yaptık, yapamadık derken, sabah olmuştu bile gelmiştik Ankara’ya.
ZG:
Şalteri kapatmadan önce şöyle bir şey oldu. Kulaklıkları taktık, bunu yaptık, bunu ettik, konuştuk. Gidiyoruz, dönüyoruz. Ardımızda mı bıraktık? Hayır, bırakmadık. İkimiz de sustuk, en önde oturuyorduk, camdan yansımamızı görebiliyordum. Birbirimizi dürtüp bir şey söylemeye cesaretimiz çok yoktu. Çünkü ben bir yandan, sinir boşalıyordum, o bir yandan. Birbirimizi oradan görüyorduk ama ne dokunabiliyorduk ne konuşabiliyorduk. Şalteri kapatmadan önce bir minik…
AT:
Ve yine Gökhan Hoca’yı kızdık. Gökhan Hoca’nın sürekli bir günah keçisi oldu. Neden daha fazla kalmadık, neden bizi çağırıyorsunuz dedik. Bir gün daha, iki gün daha, bir tik atmadık. Vakit yoktu, artık gün bitti. Akşam zaten ışık yok. Akşam 7’de biz bir iki sokağı gezmeye çalıştık, bir iki tarihi eser fotoğrafı çekelim. En azından elimizde fotoğrafı olsun dedik. Hocam zaman yok, bir gün daha kalsak şunu da yapacaktık. Sonra dedik ki, gerçekten biz zaten bu kadarını kaldırabilmişiz, bu kadar kalabilirmişiz.
GÖRÜNÜM:
Peki, döndünüz ve Ankara’daki haber faaliyeti ne oldu? Ne yaptınız? Haber yazdınız. Gökhan Hoca’ya kızdınız.
TÇ:
Hocam, ilk dönüşümüzdeki biraz faciaydı, şöyle faciaydı biz. Öyleydi ama, çünkü şu yüzden, geldik Ankara’ya, eve geçmiştim. Biz normalde şöyle bir şey konuşmuştuk, akşam yapacağız toplantıyı, 5-6 gibi. İnsanda şu oluyor, tamam bir eve geçeceğim, en azından belki evde biraz uyuma şansım var. Hani otobüste olmadı, çünkü hoca otobüsten haber yazmamı istedi, haberi yazdım, başka şeyler düşündüm. Uyuyamadım, otobüsün verdiği rahatsızlık, arkada bıraktıklarını falan derken eve geldim, eve girdim. Mesaj: 9’da toplantı. Hani benim eve girip hemen çıkmam lazım ki toplantıya yetişeyim. Arkadaşlar daha yolda. Daha Ankara’ya gelmemişler, arkaraşlar 9’da iniyorlardı, 9.30-9.45 gibi burada oldular. Ya bir bismillah, geldik. Geldik ve o süreçte, zaten ben geldim uyuyordum. Hani artık kafam öne eğilmiş. Ama ardından hemen bir çalışma atmosferi oldu. Hemen hepimiz bilgisayarların başına geçtik, bu işin, hızlı hızlı ve tazeyken olması gerektiğini orada anladım.
AT:
Ben sigaraya başladım. Ben hayatımda gerçekten bir nefes bile sigara içmemiştim. O ceset kokusu ve ben tadını bilmediğim bir şeyi canım istediğini fark ettim. Ve buraya geldik, Zeren ve Gökmen sigara içerken ben de istiyorum dedim. Ben de içmek istedim. Çok garip bir şey, o tütün kokusuna ihtiyaç duydum. Sonrasında sigaraya başladım çok değişikti. Ama iyi ki gelmişiz, bir duş aldık. O da muhtemelen hayatımızda aldığımız en korkunç duştu. Çünkü utanç duygusu. Yapmamamız gerekiyormuş gibi geliyordu. Evet, saçımızı şöyle yaptığımızda elimizi yıkamak istiyorduk. Öyle bir yerdi. Ama öyle kalması da gerekiyormuş gibi. “Oh” diyememeliyiz biz, bir “oh” dememeliyiz.
TÇ:
Aşırı kirliydi ama o kirli temiz hissediyorduk. Öyle bir şey var. O kirin aktığını görünce tekrar normal bir hayata döndüğünün farkına uğruyorsun. Ama sen dönüyorsun sadece.
GM:
Bir de orada ben yaşadım, sanırım Hatay’daki arkadaşlar da yaşamıştı. Ben daha önce ceset kokusu hiç duymadım. İlk deprem bölgesindeyken ilk kez duydum. O kolay unutulabilen bir şey değil. Onu kokladıktan sonra Ankara’ya döndüğümde de ben o kokuyu anımsıyordum. O benim ilk duşumda falan… Çok zorlandık gerçekten.
AT:
Sen bir de anladın mı o kokuyu? Biz mesela Odabaşı Mahallesi’ne gittiğimizde insanlar şöyle yapıyordu. Burunlarını kapatıyorlardı. Biz “Ne oluyor?” falan dedik. Hani acaba kanalizasyon mu? Zaten öyle bir koku vardı. Sonra şöyle dedi, “Bu binadan cesetleri çıkarmadılar hala.” “Nasıl yani?” “2 ay geçmiş, biz geç kalmışız oraya.” “Biz oraya geç kalmışız, 2,5 ay geçmiş.” “Hala mı çıkarılmadı? Kim geç kaldı buraya?” diye düşünürken biz kapatamadık tabii ki. Böyle ufak bir meltemde, ufak bir rüzgarda çarpıyordu bize.
GÖRÜNÜM:
Görünüm’de ne oldu?
AT:
Biz bu kadar şeyi biriktirdik. Bir gün, iki gün. Güne birlikte giden arkadaşlar, kalan arkadaşlar. Bir sürü anı var. “Şunu gördük hocam, bunu gördük hocam, şöyle oldu, bunu yaşadık, şunu yaşadık.” “Sen hangi haberi getirdin, sen hangi haberi getirdin?” sorusunu duyunca şok olduk. “Anlatmayacak mıydık hocam?” Deneyim aktarımı mı, gördüklerimizi anlatmak mı, onay duymak mı? “Aferin, iyi yaptınız.” duymak mı? Gündem toplantısı yaptık. Bir haber yazmaya başladık.
TÇ:
Bir rahatlama hissi hissetmek istedik aslında. Hemen habere odaklanamayacağımızı, bir kalem başına geçsek de, zaten bu haberler bizim görünümdeki bir buçuk deneyimizde rutin veya özel takip ettiğimiz söyledi belirtti haberleri de değildi. O şekilde yazılabilecek şeyler de olmadığı için bir insanın konuşma ihtiyacını daha çok hissettiği anlar. Gündem toplantısından önce daha ağırlıklı olarak orada ne yaptıklarımızı konuşmayı hissi duyuyorduk.
AT:
“Bir izlenim yazabilirsiniz.” dediğinde Gökhan hoca, hatta yazın. Gördüklerimizi yazın dediğinde rahatladık. En azından gördüklerimizi aktarabilecektik. En azından sadece “Evet, dedi, belirtti. Şunu yaptılar, bunu yaptılar. Bize bunu da söylediler” dışında şunu da gördüm ben. Konuşmadı ama bir şeyler söylüyordu o gördüğünde. Bunu da söyleme ihtiyacı vardı. Onu en azından yazarak da olsa söylemiş olmak rahatlattı ama, direkt gündem toplantısına başlamak hepinizi şaşırtmıştı.
GÖRÜNÜM:
Niye?
AT:
İkinci geldiğimizde öyle olmadı. İkinci geldiğimizde akşama kadar vaktimiz vardı. Hepimiz geçtik, uyuduk. Sonrasında ofis dışında bir yerde oturduk. Anlattık, anlattık, anlattık. Defalarca aynı şeyleri konuştuk ama, zaten defalarca aynı şeyleri konuşmak istiyorduk. Ama neden ilk gittiğimizde konuşmadık? Bir yandan, evet, konuşmamamız gerekiyor çünkü zaten hepimiz sürekli onları düşünüyoruz. Haber daha önemli bizim için. Ama bir yandan da bunu istiyorduk. Daha insani düşünüyorduk. Muhabirliğimiz ön planda değildi bizim için geldiğimizde.
TÇ:
İkinci döndüğümüzde konuştuğumuz sohbette de aslında kimin elinde ne var hepsini de görmüş olduk. Çünkü biz orada 6-7 saat sohbet ettik oturup, geceye kadar. Ve gün sonunda işte Tolga’da şu var, Zeren’de bu var, Asya’da bu var, Gökmen’de bu var. Kafadan bir taslak da oluşturmuş olduk.
GÖRÜNÜM:
Peki, ikinciyi geçmeden, ilk seferde döndünüz, klavye başına oturdunuz, yazdınız haberleri. Ve o süreç ne oldu? Görünüm’de ne oldu yani? Siz ne yazdınız, ne yazmadınız, nasıl oldu, yayın işi nasıl oldu?
İÇ:
Hocam, haberleri yazıyorduk. Zaten değindi ya arkadaşlar. Hani yazdığımız haberler dedi, söyledi haberleri değil. Orada daha fazla şey anlatabilmemiz için biraz haber, klasik haber sınırlarının dışına çıkmamıza ihtiyaç vardı. Ve bunu da hiç deneyimlememiştik daha önceden o yüzden nasıl yapacağımızı hiç bilmiyorduk. Biz yazmaya başladık, biraz daha kalemimizi serbest bırakarak. Daha belki hikayeler gibi böyle rahatça kendimize açıklayacağımız bir tarzda yazmaya başladık ama hani ilk defa yazdığımız için tatmin olmuyorduk aslında. Haber böyle tamamen oluştuktan sonra bence birçoğumuzun içine sinmiştir diye düşünüyorum.
ZG:
Ya yazıyoruz ama şu an yazdığımız bugüne kadar yazdığımız gibi değil. Yani şu an yanlış yapıyoruz ya da şu an nerede hatayı yapıyorum değil. Ben defalarca aynı haberi silip tekrar yazdığımı hatırlıyorum.
TÇ:
En korkutan şey de haberin kendini yansıtamaması olmalı herhalde. Çünkü bu, bu şekilde yazılmayacak ama bu şekilde yazılırsa bu ciddiyetini de kaybedecek gibi bir his vardı hepimizde.
Mİ:
Ya ben mesela sürekli gözlem haberinden kaçtım açıkçası yani. Söyleşiler gitsin, onların hepsini yapayım. İşte en azından söyledi belirttiye göre daha yakınlar ve hani benzer dili yazabileceğimi düşünüyorum. Ki onda bile boş sayfaya, worddeki boş sayfaya dakikalarca baktım yani nasıl yazacağım, nasıl başlayacağım cümleye diye. Ama gözlem haberini daha önce yazmadık ve ben açıkçası nasıl bir dil yazacağımı bilmiyorum. günlük gibi bir şey yazmam gerekiyor, haber dilini nasıl oturtacağım gözlem haberinde. Bunu düşünürken gözlem haberinden sürekli kaçma ihtiyacı hissediyorum. Hepsini dökmek istiyorum ama nasıl yazacağımı bilmiyorum. Ya da bu yazdığım şey haber olarak paylaşılır mı, yayınlanır mı, ondan emin değilim. O beni çok korkutmuştu açıkçası diğer haberlere göre.
GM:
O süreçte benim duyduğum sıkıntılardan biri, yaşadığım sıkıntılardan biri. Birkaç haber yazdım. Ben oradaki her şeyi yazıyor muyum? Bir şey atladım mı, bir şey kaçırdım mı? Benim orada aslında deneyimlediğim, gördüğüm bir şeyi ben düşünmeyip atlamış olabilir miyim? Endişesi vardı. O yüzden bilgisayar başında çalışırken, özellikle izlenim haberini yazarken, ilk gittiğimde de, ikinci gittiğimde de yaşadığım, gittiğim yerleri falan kafamda bir daha canlandırdım. Buraya gittim, bununla konuştum, oradan şuraya geçtim. Kafamda hepsini bir daha oynatıp bir şey var mıydı acaba diye birkaç kez onu tekrarladım ben haber yazarken.
Mİ:
Hatta ben bu haberi yazarken fotoğraflara kronolojik olarak tek tek baktığımı hatırlıyorum. Tekrar tekrar hatırlayıp, o fotoğrafı hatta fotoğraflara tek tek anlatmak istedim. Sanki hepsine koyabilecekmiştim gibi. Onun da yardımı olmuştu açıkçası. Yani zaten hatırlama konusunda var.
İÇ:
Zaten birinci seferin işte dönüşünde, Gökhan hoca beni aradı, dedi ki, “Hemen çektiğin fotoğraflara tekrar bir bak, yazdığın metinde o fotoğrafları anlatmaya çalış. “Bunun yararı çok iyi oldu. Ben de kronolojik bir sırayla fotoğraflara baktım. Ben de Gökmen gibi sürekli gittiğim yolları falan konuştuğum diyalogları tekrar tekrar kafamda canlandırdım. Çünkü yazdığımız notlarda tam olarak, yani her şeyi yazmamışım ben o notlarda, kafamda tekrar tekrar canlandırmanın yararı gördüm ben.
AT:
Haberden ziyade biraz da röportaj yazdık. O bize çok şey geldi. Yaşar Kemal okuyoruz, yaşarken Kemal olamayız. Ama bizim de röportaj yazmamız gerekiyor. Çünkü deprem bölgesi bunu istiyor. Biz anlatmak istiyoruz, bir kenara koyuyorum, bu haberler bunu istiyor. Senin gördüğünü de istiyor. Ve onları yazmaya çalışırken Gökhan Hoca habere müdahale etmiyor. Çok eksik var, çok sıkıntı var. Bir haberimizde iki haberi birleştirmişiz. Böyle teknik şeyler dışında neden müdahale etmiyor? Bir sürü eksik var, sıkıntı var. Ama olduğu gibi de gayet okuduk, yazdık. Biz müdahale ettik, biz yazdık, sildik, biz yazdık, sildik. Ama Gökhan Hoca müdahale etmedi.
Mİ:
Yani yaşananlar o kadar ağırdı ki, biz eğer onun hikayeleştirme isteğine kapılsaydık bir yerde, çok göze batacak gibi bir durum olacaktı. Yani pinleştirmeye çalışıyormuşuz, senaryo yazıyormuşuz gibi bir izlenim bırakabilirdi belki de. O yüzden aslında bir yandan direkt olduğu gibi yazıp, röportaj tarzında yazmak, sonrasında ben bunun ne kadar daha iyi olduğunu çok net gördüm açıkçası. O zaman belki hani biraz hikaye katsak, ya da biraz biz bir şeyler yazsak, cümleyi toparlasak gibi düşünüyordum o zamanlar. Ama şu an özellikle elimi aldıkça fark ediyorum ki iyi ki olduğu gibi yazmışız.
GÖRÜNÜM:
Benim de hatırladığım şöyle bir şey var, ilk sefer gidip geldiğimizde toplamda söylüyorum, yazılan haberlerin en az yüzde kırkını geçmedik. Hatırlıyorsunuz, her birinizin yazdığı haberlerden geçenler var, geçmeyenler var. Oraya ne diyorsunuz? Gene mi kızdınız? Sizin bütün süreç kızdınız, manşetini yanlış atmışız biz.
İÇ:
Ben de şöyle bir şey olmuştu, ikinci seferliklerinde işte, hatta sayıyı çıkartırken, o yayınlanmayan, birinci sefer gittiğim haberlerden, yayınlanmayan haberleri geri döndüm bir baktım, dedim ne yazmışım diye, bayağı utanmıştım çünkü. Orada konuşulan şey..
TÇ:
Burada bile mahçup oldu.
İÇ:
Orada konuşulan, deprem bölgesinde konuşulan her şey, sanki böyle bir şeyle ilgili. Size bir tane örnek vereyim, işte bir tane depremzede diyor ki: işte Allah verdi depremi gibi bir şey söylüyor, ben bunu, bu şeyi ara başlığa çıkartmışım. Kendi kafamdaki şeyleri mi acaba, kendi şaşkınlığımı mı dile getiriyorum orada? İşte o, gazeteyi tasarlarken, süreçte ben tekrar döndüm, yayınlanmayan, utandığım haberlere tekrar baktım, bir iki tane haberdi zaten, sonra da tekrar yazmayı denedim, doğru düzgün bir sıraya oturttum, dilini oturttum, öyle basılmasına gönlüm el verdi. İyi ki yayınlanmamış, yayınlanacak gibi değildi.
TÇ:
Aslında şu da var hocam, İlke’nin anlattığı şeyler, ben şu an kafamda şunu kurguladım. Aslında hükümetin bu ihmallerini örtmek için ortaya attığı bir kadercilik anlayışını, İlke bir aracı olmak istememiş, meşrulaştırmak buna bir aracı olmak istememiş, ve zaten olmaması da gerekir.
İÇ:
Orada aslında benim çekilince, evet, devletin o kadercilik anlayışını aslında ben yansıtmayı istemişim ama onu oradan bir depremzedeye hedef gösterir gibi yazılmaması gerektiğini düşündüm, tekrar düzenlerken.
GDB:
Aynı sorunu ben de yaşamıştım. Yani bendeki sorun biraz daha farklıydı. Buraya geldim, klavyenin başına geçtim, şimdi gördüğüm gerçeklik var. İnsanlar en basitinden, duman içine boğuluyor, benimle konuşurken öksürüyorlar bir yandan. Ama öksürürken, konuşurken bana şey diyorlar, “Allah devletten razı olsun, durumunuz çok iyi, bundan daha iyisi mi olacak?” falan diyorlar. Şimdi ben gördüğümü mi yazacağım, söylediğini mi yazacağım, iki tane zıtlık var. İkisini birleştirmeye çalışıyorsun, çok değişik bir şey oluyor. Yani kendi kafamda bir evren kurmuş gibi oluyor, orada çok zorlandım. Yani ortaya bir şeyler çıkarmaya çalıştım, nasıl ve ne kadar çıkarabildim, ondan hala emin değilim. Ama hala böyle bir olay yaşadım, aklımda bu soru var. Yani gördüğümü mi yazacağım, söylenileni mi yazacağım?
GÖRÜNÜM:
Ne diyorsunuz? Yayımlanmadı haberleriniz bir kısmı.
GM:
Yani keşke Gökhan Bulut hoca da burada olsa haberlerin, neden geçmediğini anlatsa… Ben de bir şey kıyaslayabilirim burada. İlke’ye katılıyorum. İkinci gidişimde yazdığım haberler, teknik bazı meselelerden, bir de haber dili, edebi anlamda aslında haber olan yazı kısmında bir ilerleme kaydettiğimi fark ettim. Bu tabii görünüm süreciyle de alakalı ama, depremin çok büyük bir sıçrama olduğunu düşünüyorum ben. Hepimizin adına. Muhabirlik gelişimine bir sıçrama olarak nitelendirebilirim. Geçilen haber ile de geçilmeyen haberi ile de.
GÖRÜNÜM:
Pekâlâ. İlk seferden ya da ikinci seferden, var mı aklınızda kalan başka bir şey söylemek istediniz?
Mİ:
Yani kısaca, ben çok teşekkür ederim bu deneyimi, bizler yaşattığımız için öncelikle Gökhan hocama. Sonra kesinlikle eski görünüm mezunlarına ayrıca teşekkür ediyorum ben. Bunu sanırım her yerde dile getirme, isteği hiçbir zaman gitmiyor. Orada sadece arayıp nasılsın sorusunu duymak bile, ya beni o kadar beklenmedik bir şekilde bulmuştu ki, yani çok iyi hissetmiştim orada. Onun dışında ekip arkadaşlarımla beraber böyle bir şey yapmış olmak beni çok mutlu ediyor. Bir gazetede herkesin ismini görmüş olmak böyle bir deprem gazetesinde, o çok mutlu etmişti beni. Ya bu deneyi sanırım o yaşta, yani o öğrencilik halinde hiçbir yerde bunu yakalayamazdım. Ki belki bu meslekte hiçbir zaman yakalayamayacağım da bir deneyim. Sadece teşekkür edebiliyorum. Onun dışında çok çok güzel bir deneyimdi. Yani hep oraya tekrar gitme isteği hiçbir zaman sönmüyor. Ve bunu en kısa sürede tekrar yineleyeceğim, haber için istemiyorum hatta özellikle. Sadece gitmek, ziyaret etmek için istiyorum. Öyle bir etki bıraktı bende. Sayı da öyle. Yani ben emeği geçen arkadaşlarıma tekrar teşekkür ederim. Çünkü yani çok güzel bir tasarım olmuş. Teşekkür ederim. İyi geceler. (Merve çıktı)
İÇ:
İkinci gidişimden önce en çok aklımda kalan şey, en çok aklımda kalan duygu şey oldu. İkinci kez gideceğiz. İşte bu iki gün önce falan netleşti. Gitmeden önce. Arkadaşlarla falan konuşuyoruz. Hepimiz zaten psikolojik açıdan çok yorulmuşuz. Birkaç gün boyunca bunu hazırlamaya çalıştık. Ve ben gidene kadar her gün ağladım. Duruyorum saçma sapan bir şey ağlamaya başlıyorum. Orada da hiçbir neden yok. Çünkü o kadar çok korkuyorum ki. Bir de bende şey oldu. Birinci sefer gidişimde, döndükten sonra da o Malatya’dayken yani ben hiçbir şey hissetmedim. Sadece habere odaklanmıştım. Başka hiçbir şey düşünmüyordum. Hiçbir duygu hissetmiyordum. Ama ikinci gidişimde, sürekli şeyi düşündüm. Üçüncü gün o Hatay geceleri, o karanlık, işte şeye gitmiştim ben, üçüncü günün gecesinde miydi herhalde. Kaldığım mahallenin muhtarlığına gitmiştim. Bir de çok korkunç sokaklardı. Zaten karanlık, herkes sokakta. O sokakta yürüyerek muhtarlığa gitmiştim. Orada da hani o kadar çok insan ölmüş ki zaten, morglarda yer kalmamış. Bunun içinde muhtarlığa üç tane ceset koymuşlardı. O şeye beni bir abi götürmüştü oraya. Oraya işte gittiğim zaman, bir tane haber değeri olduğunu düşünüyoruz. Onlar da haberini yapmamı istiyordu. Onun için ben de ne kadar korksam gitmiştim oraya. Sonra işte etrafta çok karanlık, flaş falan tutuyoruz, içeriye bakıyoruz falan. O görüntü benim hiçbir zaman aklımdan çıkmıyor. İkinci sefer gideceğim zaman sürekli o geceyi düşündüm, sürekli o cesetleri düşündüm. Sonra muhtarlığın içine girdiğimde mesela, ben küçücük çocuğum, 20 yaşında bir insanım. İnsanlar o kadar çaresizdi ki, masalarının başına oturtup, “Bana şuna şuna ihtiyacım var, şunu yazın, şunu getirin” falan diyorlardı. O mahcubiyeti tekrar yaşayacak olmaktan çok korktum. Zaten yol boyunca da o devam ettik bir de ikinci sefer gidişimde Deniz de yanımda yoktu, yalnız başımaydım. Keşke Deniz olsaydı yanımda diye sürekli içimden geçirdim. Sonra o alandayken, o geçti tabii ama, hala etkisi sürüyor yani.
GDB:
Ben de de şey olmuştum, dayanışma için daha önce Hatay’a gitmiştim. Orada travman diyebilecek en büyük olaylardan biri, dağıtım olmadığı günler, ben orada kampın kapısında nöbet tutuyorum. Oraya her gün yüzlerce insan geliyor ve şey istiyor, “Bize yardım edin, suyumuz yok, çocuğum susuzluktan ölecek, yemeğimiz yok” falan diye onları geri göndermek zorundaydım. Çok zor bir süreçti. Malatya’ya giderken şeyin çok korkusu vardı. Ben insanlarla konuşmaktan çok korkuyordum. Yine aynı şeyi yaşayacağım mı diye. İnsanlar bir umutla bana geliyor, ben onları geri başımdan savacağım mı diye. Onun stresi çok vardı, belki de o yüzden kavga ettik hani. O stresi gece, omuzlarımda hissediyordum.
GÖRÜNÜM:
Pekâlâ, ikinci seferde oldu, döndünüz, sonra burada ne yaşandı? Hiçbir şey yok, yaşanmadı. Hocaya kızdık.
TÇ:
İlkine göre, ilk döndüğümüze göre ikinci seferde çok daha rahattık. Çünkü hepimiz belli bir süre evlere gittik, belli bir süre dinlenme şansı bulduk. Akşamında az çok ne konuşacağımız galiba kafamızda oluştu da. İlkine göre, ikinci de daha gururla karşılandık. O da çok şeydi, nasıl söyleyeyim… Ankara’ya yeni gelmişiz de yeni tanışıyormuşuz gibi bir his de vardı. Sıfırdan başlamış gibi de hissettik. O ortamdaki diğer arkadaşlar… Orada tabii iletişim halindeyiz ama… Diğer arkadaşlar nelerle mücadele etti, kim ne yaptı rüşvet alan var mı? (Gülüşmeler) jakuzide kalan var mı? (Gülüşmeler) Bunları bilmiyorduk mesela. Bunları bilmiyorduk. O hikayeleri dinlemek de direkt yaşayan kişilerden dinlemek çok keyifli geldi. Ama 6-7 saatlik sohbet gerçekten hiçbir şey değişilmezdi.
GÖRÜNÜM:
Sonra burada haber yapmaya başladınız. İkinci seferin haberleri, ne oldu? Görünümde, yazı işlerinde ne oldu? Ne yazdınız, nasıl yazdınız? Geçti, geçmedi. Olandaki diyaloglar ya da yaşananlar neydi?
GM:
Gökhan Hoca demişti, o ilk buraya gelelim, topluca konuştuğumuzda, “Yazılmadık, hiçbir şey bırakmayacağız.” demişti. Bizde aslında bütün yazı işleri süreci onun üzerinden gitti. Biz ne gördüysek, çok küçük bir şey, haber değeri taşımayan bir şey de olsa… Orada olduğu için bir haber değeri taşıyordu. Ve biz orada gördüğümüz bütün her şeyi yazmaya çalıştık. Sayının da ağırlığı aslında, bütün o süreçti. Bizim buradaki büro işi tamamen gördüğümüz, deneyimlediğimiz her şeyi yazmaktı.
TÇ:
Yazmak demişken, şunun altına çizmek istiyorum özellikle. Şunu fark ettim ben, ilk ve ikinci gidişimde de. İlk gittiğimde, ilk gün her şey bittiğinde, haberleri, insanlarla konuştuğumda, görüştüğümde… Akşam saat 10’da Pazarcık’ta, Masal Parkı’nda oturup not tutmuşum. Kendim içinde yazmışım, yani rahatlamak içinde yazmışım, ne yaşadım? Baştan sonuna yazmışım oraya, ne hissettiklerimi yazmışım. Yazmak dediğimiz şeyle. İkinci gittiğimde, orada perdeci Hüseyin ağabeyle karşılaşmam ve onun bana eşiyle beraber bu yıkımı şiirlere taşıdığını söylemesi de aslında bir yazmaktı. Aklıma direkt şu geldi yani, Sait Faik’in “yazmasam delirirdim, deli olacaktım” sözü geldi. Çünkü oradaki insanlar da sadece biz değil, haberi yazarak belki evet, bir şeyleri duyurma inancındayız. Ama oradaki insanlar da bunları şiirlerine, metinlerine taşımış. Belki ulaşamadığımız bir sürü bununla ilgili yazan ama asla konusunu açmak istemeyen insanlarla doldurur orası. Ama mesela gerçekten yazının etkisi mi, içini dökmesi mi, onu rahatlatan şey nedir bilmiyorum ama o yazının hala bir inanç taşıması. Fatma ve Hüseyin Yıldız’ın da yazdığı yazıda olduğu gibi, “Belki de bir de bakarsın kuruldun Maraş” belki bir gün bizde diyebiliriz.
ZG:
İlk gidişimizde döndüğümüzde hatırladığım kadarıyla bayram araya girmişti. Biz büroda çalışamamıştık ama ikincisinde büroda haberlerimizi yazmıştık. Yan yana olmanın, evet ilkinde gittik yazdık, biraz daha iyiyiz şu an, yazabiliyoruz. İlki gibi, şu an hata mı yapıyorum, kaygısı o kadar yüksek değil ama hep birlikteyken yazmış olmak, sormak, danışmak o daha yararlı olmuştu, ilkine nazaran.
İÇ:
Biz sürekli haberi yazıyorduk, zaten hikayeleştirerek anladığımız için bazı şeylerin ucu kaçabiliyordu bazı noktalarda. O yüzden biz hepimiz birimiz bir haber yazdığı zaman hepimiz geliyorduk. Sırayla onları okuyorduk, burada bak olmamış, şöyle yapabilirsin falan öneride bulunuyorduk. Onun çok yararı oldu, hep birlikte atölyede birlikte çalışmanın.
GÖRÜNÜM:
Sonra tasarım süreci başladı. Tasarım süreci nasıl geçti?
ZG:
İlk başta çok kaygılıydı bence.
GÖRÜNÜM:
Ne gibi?
ZG:
Çünkü ağır bir sayı çıkardık ve normal görünüm tasarımı olmaması gerekiyor bir yandan. Bir yandan kendi çizgimizden de çıkmamamız gerekiyor. Tüm fotoğraflarımızı kullanmak istiyoruz ama galeri de yapmıyoruz, haber yazıyoruz, metnimiz de olmalı. Normalden fazla sayfayla çıktık. Yazılmadık, bir şeyi bırakmayacağız dedik, bırakmadık. Hem kendisi ağırdı hem de bizi sınırlaması. Tamam, evet, yapıyoruz. Görünümde bir önceki sayıda bunu yaptık ama şu an bunu yapamam. Arkaya bir şey koyamam. Tasarım noktasında da bizi ileri taşıdı. Sadece haber yazmayla değil.
İÇ:
Tasarım konusunda endişelerimiz vardı. Bunu biz tartıştık. Gökhan hocayla da arkadaşlarla da. Bu gazetenin haberleri ön planda tutmamız gerekiyor. Ne yazdığımızı ön planda tutmamız gerekiyor. Bunun için mesela tasarım nasıl olması gerekiyor, görselleri hangi şekilde kullanmamız gerekiyor diye bir tartışmaya gittik. Birkaç gün sanırım bunu tartıştığını hatırlıyorum. En sonunda haberin önüne geçmeyecek şekilde, olduğu gibi böyle klasik bir tasarım yapmaya karar verdik.
GM:
Ben kapakla ilgili bir şey demek istiyorum. Farklı bir şey denedik. Bu tasarım olarak bir kaos var orada bence. Çok iç içe geçmiş, her şeyin bir anda ortada olduğu bir tasarım yaptık. Arka, ön tarafında aslında. Farkında olmadan yapmadık ama aslında deprem bölgesi, deprem özel sayısı bu. Aslında tam olarak oraya yansıtıyor. Orada büyük bir şey yaşandı deprem bölgesinde. Biz içeride onu yazdık. Ve o kadar ortada ki her şey aslında. Ama bu bir yıl geçti aradan. Bir yıldan daha uzun süre geçti ve biz artık oraya bakmıyoruz. Ama her şey çok ortada. Gazete 36 sayfa çok ağır bir sayı oldu. Ben basılı gazete olarak da içeriği olarak da çok büyük bir şey yaptığımızı düşünüyorum.
İÇ:
Kapak tasarımından devam edersek, kapak tasarımındaki başlığı ondan sonra metninin nasıl olacak konusunda bir hafta falan hatta çıkana kadar her gün tartıştık biz. Sürekli değiştirdik. Çünkü şeyden dolayı, o kadar ağır bir gazete ki normal bir gazete gibi kapak tasarımı yapamıyorsun. Böyle yapmayınca da biraz duygulardan dolayı da biraz aslında afişe dönüyor. Bu ilk kapak tartışmalarımızda. Mesela ilk başta şey fikrimiz vardı, Gökhan hocanın. O deprem bölgesindeki o dağınıklığı yansıtmak için, depremin sürüyor olduğunu yansıtmak için cümlelerin biraz daha fütüristik mi deniliyor? Fütüristik bir şekilde oldu. Hani böyle biri burada, biri burada falan yazım yanlışları falan, öyle düşündük. Ondan sonra dedik ki, kapağa uygun değil, afişe dönüyor biraz. O yüzden yine sadelikten yana gittik. Önüne geçmemesi için yani gazetenin.
GÖRÜNÜM:
Çıkardığınız gazeteyi, bir de ödüle aldınız. O ne düşündürdü size, nasıl oldu? Ne hissettiniz öncesinde, sonrasında?
TÇ:
Ödüle layık görülmesi bizi gerçekten çok onore etti. Çünkü biz yaklaşık bir senedir bunun üzerine çalıştık. Ve sonunda da Ankara’da büyülerimizden, meslek büyüklerimizden böyle bir şeye layık görülmek, hepimizi sanırım mesleğe biraz daha bağladı. Daha, Gökmen’in söylediği gibi aslında bu deprem özelse sevdiğimiz için bir sıçrama oluyor bir anlamda.
TÇ:
Yani bu ödül o jüriden geçerken birinin engeline de takıldı aslında. (gülüşmeler)
GM:
. Bir onur kurulu üyesi tarafından reddedilmiş, oy birliğiyle kabul edilmiş.
TÇ:
Ama gerçekten yani onu bile aştı.
İÇ:
Ben ödül aldığımızı, alacağımızı işte Gökhan hocadan ilk duyduğum zaman hiç mutlu olamadım. Bir tek ödül aldığım o gün mutlu oldum. Sahneye çıktığım o gün mutlu oldum. Ama o ne şu an devam ediyor ne öncesinde devam ediyor. Çünkü böyle bir olaydan dolayı ödül almak beni mutlu etmiyor. Zaten yapmamız gereken işi yaptık biz burada. O yüzden öyle şey değil. Mutluluğum devam etmiyor yani yaşadığımız olayın ardından dolayı.
AT:
Ben bugün kitaplığa ödülü koyarken düşünüyordum biraz “biz niye aldık bu ödülü” diye. Hiçbirimiz ödül almak gibi bir motivasyonla çıkmadık. Ödül alabileceğimize ihtimal asla vermedik. Hala daha bazen “ah biz gerçekten ödül mü aldık” diye düşünüyoruz burada. Bazen biz de “biz çok küçüğüz, hak etmiyoruz” bazen de “sayı hak ediyor” dedik. Sonrasında gerçekten o haberler hak ediyormuş. Yaptığımız haber iyi kötü, küçük büyük, çok büyük bir sırrı ortaya çıkardı çıkarmadı gibi tartışmalara girmeden bütün haberlere aynı özeni, aynı değeri verdiğimiz için sayı hak etti. İkisinin ağırlığı zaten aynı.
TÇ:
Biz yine ilk gittiğimizde de bunun farkına varamamıştık ve bence hala farkında değiliz ne yaptığımızı. Bir noktada farkına varamayacağız. Belli bir tecrübe kazanmadığımız sürece, meslek hayatına atılmadığımız seneler geçmediği ve dönüp bakmadığımız sürece, yaptığımız işin büyüklüğünün farkındayız. Ama hala anlamlandırma noktasında kafamızda tam bir yere oturmuyor. Çünkü evet günün sonunda bir şey yaptık ama biz ne yaptık? Bunun farkına varamıyoruz bir türlü. Belki de dediğim gibi bir 10 sene sonra, 5 sene sonra, 10 sene sonra için dediğimiz için daha da anlamlı hale gelecek. Çünkü ben ikinci gidişimde ilk gittiğim haberlere baktığımda onlar benim için daha da anlamlı hale gelmişti.
AT:
10 sene sonra umarım “Deprem hala sürüyor” diye bir manşet çıkmaz. Ama 10 sene sonra o sayıyı da bu şekilde asarak ya da bir rafa koyarak saklamak çok çok daha değerli. O manşeti okumak ve “deprem hala sürüyor” dememek çok daha değerli olacak. Sayı her zaman ödülün önüne geçiyor bizim için.
TÇ:
Bizim için aslında ödül oraya gitmemizdi.
AT:
Matbaadan gelişiydi.
TÇ:
Yoksa hani… Bir bronz kupanın hissettirdiği, kâğıdın hissettirdiği kadar bir şey hissettirmiyor hiçbirimiz için. Çünkü önemli olan içindeki haberler, çekilen fotoğraflar, tasarım süreci, yaşanılan süreçler, gerginlik, stres, yorgunluk… Belki de pes etme noktasına gelmek. Hani artık yazamıyorum, yapamıyorum. Düşmek, düştüğün yerden kalkmak. Ona olan inancını yitirmemek.
AT:
Yine de sahneye çıkmak güzel
GM:
Bize sahnede ödül vermeyen Doğan Tılıç’ı kınıyoruz. (gülüşmeler)
GÖRÜNÜM:
Peki, bir son bir sorum var ama ondan önce unutmuştum, aklıma şimdi geldi, aklımda tutuyordum, şuna da değineyim dediğiniz bir şey var mı?
ZG:
İlke’ye katılıyorum. Benim için de ödülü alacağımızı ilk öğrendiğimizde… Yani sadece o sahnede olmak çok mutluluk vericiydi. O da hep birlikte olduğumuz için. Mutluluktan daha çok ben hep birlikte bunu yapmış olmaktan çok gururluyum. Sayıyı gördüğümde, büroya girdiğimde, bir şeyler duyduğumda bu sayıyla ilgili gerçekten hepimizle ayrı ayrı çok gurur duyuyorum.
AT:
Biraz da korktuk ondan (Soma Sayısı). Tedirgin olduk.
GM:
Soma’ya giden muhabirlerin bize söyledikleri…
İÇ:
Biz deprem bölgesine gittikten sonra aslında kollektif çalışma ne demektir, birbirimizle iletişimde nasıl kalırız bunları öğrendik. Bence bu süreçte öğrendiğimiz en önemli şey bu oldu. Sektörde bu kolektif çalışmanın varlığını belki göremiyorum, yok sanırım. Belki de ben yanlış anlıyorum, bilmiyorum. Ya da azalmıştır belki. Ama biz burada kolektif çalışmanın ne demek olduğunu bu sayı sayesinde öğrendik aslında. Ve mesleki dayanışmanın ne olduğunu da bu sayı sayesinde öğrendik.
GÖRÜNÜM:
Dağılmayın, 30 saniye sonra geliyorum. Kayıtta devam edin istiyorsanız, durdurmayın. (Gökhan Bulut çıktı)
İÇ:
Bizi izliyorlarsa eğer çocuklar selam, ben şimdi ölmüşüm.
ZG:
Öyle deme
TÇ:
10 yıl sonra akademisyen olursun.
GM:
Düşünsene 2012 doğumlu muhabirler bunu izliyor.
AT:
2024’lüler bizi izliyorsa eğer…
TÇ:
2024’lüler de izliyorsa ölmüşüzdür.
AT:
Videoyu durdurun izliyorsanız hala.
GÖRÜNÜM:
(Gökhan Bulut geldi) Son sorum, kadın gazetecilere deprem bölgesinde kadın gazeteci olarak faaliyet yürütmek ne demek?
AT:
Ankara’da muhtemelen bütün kadın arkadaşlar da akşamları sokak lambasından gölge takip ederek yürüyordur. Ankara diyorum. Çünkü bildiğimiz sokaklar, üç senedir de olsa yaşadığım yerler, üç senedir her akşam gittiğim yere sokak lambası takip ederek yürüyorum. Ama Hatay’da sokak lambası yoktu. Biz ilk gittiğimizde, bunu paylaşamamıştık daha önce. Bir ara sokağa gittik, konumdan baktık, sekiz dakika gösteriyordu. Sekiz dakika çok kısa bir süre. Yürüyerek gitmek için çok kısa. İki sokak arkada sadece Asi Nehri Köprüsünün üzerinde kollu kuvvetlerinin ışıkları vardı. Onun dışında ışıksızdı tamamen. Oradan yürüdüğümüzde geniş bir sokak olmasına rağmen binalar artık çökmek üzereydi. Bir rüzgâr estiğinde artık çok kötü hissediyorduk. Çok karanlık, çok korkutucu bir akşamdı. Akşam saat sekiz buçuktu. Yanımızdan beyaz bir araba geçti. Biz, acaba bizi yağmacı mı sanıyorlar, ya da tehlikeli mi sanıyorlar diye tedirgin olduk. İnsanlar korkutmamak için yaka kartlarımız boynumuzda. Kamera çantasını göstere göstere yürümeye çalışıyorduk. Çünkü biz buraya sizin için geldik. Bir yandan da kendimiz için. Ama karanlıkta yaka kartı da gözükmüyordu kadın mıyız erkek miyiz anlaşılmıyordu. O araba ikinci kez yanımızdan geçtiğinde, sokağa tekrar dönüp geldiğinde iki tane jandarma motorla geçti arkasından. Bir taksi ışığı gördük ileride ve dedik ki şöyle göstermek istiyorum, kol kola gidiyorduk, bacaklarımız titriyordu. Ben o titreme hissini asla unutmayacağım hayatım boyunca. Gittik ve dedik ki, evet burada ışık var, bunun altına biraz soluklanalım. Çünkü çok yorulduk. O beş dakikalık yürüme mesafesi çok yormuştu bizi. Sonra o araba tekrar bizim önümüze geçti. Ofisimizin boyu kadar bir mesafede durdu o araba. Ne yapacağız, ne edeceğiz derken iki jandarma geldi. İndiler, şöyle yaka kartımızı tutup sizin burada ne işiniz var diye bağırdılar. Biz dedik ki, biz öğrenciyiz, Ankara Üniversitesi’nden geldik, haber yapmak için geldik, haber yapıyoruz. Birden gülmeye başladılar. Komik bir şey mi var burada dediğimizde de biz iki tane jandarma erkeğiz burada, korkuyoruz, siz neden geldiğiniz dediler. Biz dedik ki, burada herhangi bir canlı güvende değil. Kedisi, köpeği, böceği, erkeği, kadını, insanı. Bir aylık bir görev için gelmişler. Dediler ki, bu araba dediler, sizin için durdu. Bizim için değil, onun için değil, sizin için durdu. Biz ne yapacağız, ne edeceğiz derken, nereden geldiniz, nerede kalacaksınız diye sordular. Avukatı aradık, bizi gelip alacaklar dediğimizde, sizi merkeze götürelim dediler. Zeren birinin motoruna bindi, ben birinin motoruna bindim. Bizi merkeze götürürken yolu uzattılar. Nereye gidiyoruz biz, ne oluyor? Yavaş sürün, çünkü çok yoğun bir koku geliyor. Çok korkutucu, sürekli sallanıyoruz çünkü her yer enkaz. Biraz yavaş sürün falan derken, bizi bıraktılar. Dolana dolana bıraktılar bizi. Bir şey de söyleyemedik, en azından bizi götürüyorlardır belki merkeze diye. Sonra biz orada indik. Siz nereden geliyorsunuz, memleketiniz neresi falan filan. Ben Bursa’dan geldiğimi söyledim, Zeren Samsunlu olduğunu söyledi. İçlerinden bir tanesi Bursalı çıktı şansımıza. Biz avukatı tekrar aradık, biz bekliyoruz, bizi buradan lütfen alın diye. Tamam dediler, bu sefer jandarma tekrar bizim önümüze çıktı. Akşam ne yapacaksınız dedi. Biz de çadırımıza çekileceğiz dedik. İşiniz var mı dedi, neden dedik, bir çay içelim dedi. Dedik ki, birincisi biz sizinle neden çay içelim, ikincisi burada çay içecek yer mi var? Şu an düşüneceğiniz şey çay içmek mi? Su içmemişiz bütün gün lavabo ihtiyacımızı karşılayamayacağımız için, bir kadın olarak. Enkazın içinde lavabo ihtiyacımızı karşılayamayacağımız için su içmemişiz, çay içelim diyorsun. Biz tam böyle bir tepki vermeye hazırlanırken, ne diyorsunuz siz derken avukat geldi. Hayırdır falan diye girdiğinde, sorun yok dedik, avukatın arabasına bindik. Küçük bir konteyner alanı gibi bir yer yapmışlardı, oraya gittik. O gece üç dört kez kez iki jandarma bizim kaldığımız çadırların önünden geçti gitti. Biz dedik ki, yarın sabah olacak, tekrar çıkacağız bu yola, akşama kadar yine buralarda olacağız ve tekrar bir jandarmayla karşılaşacağız. Tekrar mı bir araba bizim arkamızdan duracak? O araba durup da ya cesaret ederse inmeye diye. Çünkü ışık yok, ses yok. İnsanlara evet, çok güveniyoruz, orada o insanlara asla hedef göstermiyorum. Belki de dediğim gibi bizi tehlike olarak da görmüş olabilirler. O karanlıkta bizim kadın erkek olduğumuz belli bile olmuyordu. Ama yine de bizim için çok korkutucuydu, çok tedirgin ediciydi. Çok korkunçtu gerçekten.
İÇ:
Benim aklıma şey geliyor. Benim sanırım en çok sıkıntı çektiğim şey deprem bölgesinde hem belki kadın olmaktan dolayı hem de belki küçük, çok küçük gözüken biri olduğum için, yaşlıca 15 yaşına falan gözüküyorum söylüyorlar sürekli. En çok sıksıntı yaşadığım konulardan biri ciddiye alınmamaktı. Genelde küçük çocuk muamelesi gördüm sürekli. Bu durumun nedeni olarak muhafazakâr kesimlerde zaten kadının pek söz hakkı yok, kadın bir muhabir olarak gitmemin illaki bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Onun dışında karanlık benim için de çok korkunçtu. İlk seferinde deniz vardı yanımda korkmadım hiç ama ikinci seferde yalnızdım. Sürekli kendimi güvenli tutmak için çabaladım. Hiç hava kararınca yolda yürümedim mesela, ona cesaret edemedim. Hava karardığı anda bulunduğum yerde çivilenmiş gibi kaldım. Sonra etrafta baktım. Sürekli gözüm yardım isteyebileceğim bir kadını aradı. Zaten ikinci gidişimde hep kadınların yanına sığındım. Asla bir erkeğe güvenemezdim öyle bir ortamda. Bunun yararını gördüm ben.
ZG:
Başımıza gelen tek olay Asya’nın anlattığı değildi. İkinci gelişimizde de çok benzer bir şey yaşadık. Onu da İskenderun’da yaşadık. İskenderun’dan Antakya’ya geçeceğimiz zaman, bir haber kaynağımızdı. Haberle ilgili iletişimimiz bittikten sonra bizi Antakya’ya götürebileceğini söyledi. Zaten sadece bir kadın gazeteci olarak değil, bir kadın olarak o bölgenin de dışında, Asya’nın da konuşmaya başlarken söylediğim gibi Ankara’da da başka bir yerde de duyduğumuz kaygı orada da aynı şekilde. Zaten bunu reddettik ama çok ısrarcıydı. Orada zaten endişelenmeye başlıyorsun çünkü aracındasın, onun petrol ofisindesin. Senin herhangi bir şeye itirazın bir şey değiştirmeyebilir belki de. Biz ısrar ettiğimizde artık telefonla konuşuyoruz hikayeleri uydurduk. Telefonla konuşuyorum şu an, şununla konuşuyorum, evet gidiyorum, işte olur… Antakya’da bekliyor, tamam bekliyormuş orada. Aslında asla gerçekleşmeyen telefon konuşmalarını gerçekleşiyormuş gibi lansettik. Bizi bıraktıktan sonra, Antakya’ya geçeceğimiz dolmuştayken, mesaj atmaya devam etti. Çünkü haber kaynağımızdı, telefon numarasını almamız gerekiyordu. Ama böyle bir şey olacağını tahmin edemedik. Endişelenmeye, şüphelenmeye başlamıştık ama başta böyle bir kaygımız yoktu tabii ki. Ankara’ya döndükten sonra da bu devam etti. Ankara’ya iniş saatimize çok yakın bir saatte “indiniz mi?” mesajı alınca daha da kaygılanmaya başladık. Çünkü neden bu saatte insanın oturup bunu hesaplaması gerekiyor. Sonrasında ara ara gelen mesajlar oldu. Bir seferinde bizim haberde olan bir eksiğimiz için biz iletişim kurduk. Orada da daha farklı bir şeye evrildi. Sonrasında daha da yazmaya başladı.
AT:
“Ben Ankara’dayım, balık restoranındayım” diye mesaj atmıştı.
ZG:
Evet. Her mesajda şu vardı. Biz İskenderunlu insanlar olarak çok sıcakkanlıyızdır. Siz yanlış anlıyorsunuz. Her sert çıkışın ardından gelen böyle bir savunma vardı. İskenderunlu, Antakyalı, Ankaralı, Samsunlu neyi değiştirir? Artık bir süre sonra, bakın saat 10’da yazıyorsunuz, konuyla alakasız yazıyorsunuz, rahatsız ediyorsunuz deyişlerimizin ardından “Siz benim kim olduğunu biliyor musunuz?” a dönen bir mesaj aldık. Sonrasında tabii durumu Gökhan Hoca’ya taşıdık. Oradan sonra hiç büyümedi ama büyüyebilirdi. Oradayken de büyüyebilirdi. Daha farklı şeyler de yaşanabilirdi. Sadece kadın gazeteci değil, kadın olmak bu ülkede maalesef çok zor. O gün biz ilk gidişimizde, biri bana bunu söylemişti Hatay’a gittiğimi anlattığımda “deli cesareti göstermişsiniz niye gittiniz?” diye. Bunu göstererek mi bu engeli aşabiliriz? Bunu yapmak zorunda mıyız bilmiyorum. Umarım biraz daha mesleğe girdiğinizde bunları konuşuyor olmayız. Umarım olmayız.
GÖRÜNÜM:
Peki bu ya da başka bir konuda var mı aklınızda kalan, söylemek istediğiniz? Yok gibi görünüyor. Peki o zaman kayıt devam ederken ben de şöyle geleyim. Benim açımdan da şöyle oldu, sevgili arkadaşlarım, iki üç cümle diyeyim. Bütün süreciniz sonunda çok başarılı haberler yaptınız. Çok başarılı bir faaliyet yürüttünüz. Hem karakterleriniz hem haberciliğiniz önemli aşamalardan geçti ve önemli eşikler kat etti. Dolayısıyla bunların hepsi sizin açınızdan önemli deneyimler, birikimler olarak kendi yaşamanıza, özel yaşamanıza ve mesleki yaşamanıza bence ilerletici unsurlar olarak dahil oldu. Ne olduğunu, gönlünde ne yaptığınızı, sayının nasıl çıktığını, öncesini sonrasını konuştuk. Benim de muhakkak bir parçası olarak anlatacağım şeyler, anlatmak istediğim şeyler var. Onları zaman zaman konuşuruz. Önümüzdeki senelerin öğrencileri de ben de aktarmaya çalışacağım ama şunu söylemek isterim. Benim açımdan da sanıyorum sürecin en kıymetli tarafı sizin mesleği, gazetecilik mesleğini bu yaşlarda olabilecek en üst düzeyde sindirmiş ve en layıkıyla yapıyor olduğunuzu görmüş olmak. Ben de kendi ödülümü biraz önce bana dönük kızgınlıklarınızı ifade ettiğinizde aldığımı düşünüyorum. Öncesinde söylememiştiniz bunları hiç. Söylemediğiniz için de, şimdi söylediğiniz için de çok teşekkür ederim. Benim için gerçekten en önemli çıkarım ve en önemli ödül bu. Sizin kızdığınızda ve kızdıktan sonra neden böyle olduğuna ilişkin bir çıkarımı kendi kendinize yaptıktan sonra benimle paylaşıyor olmanız benim için çok değerli. Ben sizi kızdırmaya devam edeceğimi söyleyebilirim, onu ifade edeyim. Bunlar doğruydu ya da yanlıştı diye iddia etmiyorum asla ama her biri öncesinde düşünülmüş, planlanmış diyemesem de üzerinde düşünülmüş şeylerdi. Oraya göndermek de size yer ayarlamamak da, gelip çok heveslendiğiniz haberlerinizin bir kısmını yayımlayıp bir kısmını yayımlamamak da. İkinci sayının tasarımını onu hiç değinmediniz, ben eksik kaldığını kendi açımdan düşündüğüm için söyleyeyim. Tasarım sürecinin uzaması da, tasarım bitti matbaya gönderdik günleri geldiğinde o günlerin aksaması da, ardından tekrar tekrar düşünmemiz de, birinci sayfayı da içi de dışı da her biri üzerinde düşünülmüş. Doğru olduğunu iddia etmiyorum ama üzerinde düşünülmüş, böyle olması gerekiyor sanırım diye yapılmış şeylerdi. Çok teşekkür ederim. Birincisi bu sayıyı çıkaracak bütün süreci yürüttüğünüz için çok teşekkür ederim. İkincisi bir yurttaş olarak oranın gerçek bilgisini ürettiğiniz için çok teşekkür ederim. Ve üçüncüsü de bu söyleşide açık yüreklilikle ve sizden sonraki Görünüm muhabirlerine, Görünüm muhabirleri başta olmak üzere sizden sonraki yetişecek gazeteci adayı arkadaşlara bu deneyimi aktardığınız için de çok teşekkür ederim. İyi ki varsanız. Hakkım ne kadardır bilmiyorum ama sizinle gurur duyduğumu, bu mesleğin ve memleketin geleceği olduğunuz konusundaki inancımı ve bu inancım nedeniyle duyduğum umudu bir kez daha söylemek isterim. Hepinize bütün bir yaşamanızla başarılar diliyorum. Ne yaparsanız yapın bu ve benzeri deneyleri kendi hem iş yaşamınıza hem karakterinize hem özel yaşamınıza katarak devam edip sürekli ve sürekli iyisini, sürekli ve sürekli yenisini, olgununu yapacağınıza ilişkin inancım da tam. Görünüm Haber Atölyesi de buralardan geçmiş olduğunuz için çok şanslıdır. Bu başta benim olmak üzere sonra birlikte çalıştığınız arkadaşların ardından da Görünüm’den şimdiye kadar gelmiş geçmiş ve bundan sonra gelip geçecek herkes için varlığınız büyük bir şans ve büyük bir umuttur. Ellerinize emeklerinizle sağlık. İyi ki varsınız. Teşekkür ederiz. Her şey için herkes adına ben teşekkür etmiş olayım. Ellerinize emeklerinizle sağlık. Tekrar tekrar. Teşekkür ederim.
Görünüm:
Biz teşekkür ederiz.
GÖRÜNÜM:
Ben de kızgınlıklarımı anlatmayacağım. Bu da kalsın. Hadi bakalım. Hepiniz eline sağlık.
Haberi Duyur
Kısa Adres: http://gorunum.tk/40529
Yol: Ana sayfa » Yazılar » “Umarız mesleğe girdiğimizde bunları konuşuyor olmayız”
Bir cevap yazın