23 Temmuz 2023, Pazar - 19:24

  • google plus
  • twitter
  • facebook
  • rss

İzmir Ekonomi Üniversitesinde 2. Medya Günleri gerçekleşti

Tarih: 20 Ekim 2014

|

Kategori:

|

Yazdır

|

Okunma: 97

Medya ve İletişimciler Derneği (MİD) tarafından organize edilen 2. Medya Günleri, İzmir Ekonomi Üniversitesi (İEÜ) Konferans Salonunda yapıldı. Akademisyenlerden televizyon programcılarına, gazetecilerden taraftar grubu temsilcilerine, sosyal medya uzmanlarından edebiyatçılara kadar geniş bir katılımcı yelpazesine sahip etkinlik, 13 Ekim’de başladı ve 4 gün sürdü. Medya Günleri boyunca toplam 10 panel gerçekleştirildi ve 46 konuşmacı sunum yaptı.

Medya ve İletişimciler Derneği (MİD) tarafından organize edilen 2. Medya Günleri, İzmir Ekonomi Üniversitesi (İEÜ) Konferans Salonunda yapıldı. Akademisyenlerden televizyon programcılarına, gazetecilerden taraftar grubu temsilcilerine, sosyal medya uzmanlarından edebiyatçılara kadar geniş bir katılımcı yelpazesine sahip etkinlik, 13 Ekim’de başladı ve 4 gün sürdü. Medya Günleri boyunca toplam 10 panel gerçekleştirildi ve 46 konuşmacı sunum yaptı.

Medyada en çok tartışılan kavram: İletişim Etiği

İEÜ Konferans Salonundaki ilk etkinlik, 13 Ekim’de yapılan “Medya ve İletişim Etiği” konulu paneldi. Moderatörlüğünü Bianet Genel Yayın Yönetmeni Haluk Kalafat’ın yaptığı panelde, Ankara Üniversitesi’nden Doç. Dr. Gülseren Adaklı, Öğretim Elemanı ve Yurt Gazetesi Yazarı Koç Üniversitesi‘nden Dr. Cüneyt Ülsever ile Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) Genel Eğitim Sekreteri, gazeteci Emine Uyar konuşmacı olarak yer aldı.

Adaklı: “Gazeteci dünyasında kendini yeniden üretme yerine kendini tüketme eğilimi yaygın”

Panel, Doç. Dr. Gülseren Adaklı’nın konuşmasıyla başladı. Adaklı, gazetecilik mesleği için “medyanın en can alıcı bölümü” ifadesini kullandı ve bu sebeple habercilik etiğinin medya etiği tartışmalarının tam göbeğinde durduğunu belirtti.

Kamusal tartışmalarda medya çalışanlarını rahatsız eden şeyin, gazeteciliğin her şeyden çok bireysel bir gazeteci ahlakı olarak nitelendirilmesi olduğunu söyleyen Adaklı, “Etik toplumsal bir alandır, bireyi kuşatan toplumsal bir yapıyla anlam kazanır. Gazeteci ise bireysel bir çabanın öznesi olmakta her zaman zorlanır” diye konuştu.

Gazeteciyi sınırlandıran bazı unsurların da mevcut olduğunu belirten Adaklı, bu unsurları şöyle sıraladı: “ölüm tehlikesi, cinayetler, yasal sınırlılıklar, reklam verenler ve büyük sermayeler, medya sahiplerinin kar baskısı, polisiye uygulamalar, devletin gizliliğini korumak için oluşturduğu yapılar”.

Medya çalışanlarının sınırlamalara karşı sübjektif alanlarını doldurması gerektiğini söyleyen Adaklı, “Eğer toplumun belli bir kesimine bilgi aktaran ya da bilgi üreten bilgi işçisiyseniz kendinizi bilgiyle donatmış olmanız gerekir. Türkiye’de medya çalışanlarının çok fazla donanımlı olmadığını görüyoruz. Benim görebildiğim kadarıyla gazeteci dünyasında sürekli bir şeyin peşinden koşup kendini yeniden üretme yerine kendini tüketme eğilimi yaygın. Hâlbuki yaratıcı bir kadro olarak bütün medya çalışanlarının kendini geliştirmeye ihtiyacı vardır. Bu kadar sınırlı koşullarda gerçekten demokratik bir habercilik ya da medya üretimi yapmak imkânsızdır” dedi

Dağıstanlı: “Hükümetin dilini sorgulayalım fakat kendi dilimizi de sorgulamamız gerekir”

Doç. Dr. Adaklı’nın ardından konuşan Mustafa Alp Dağıstanlı, baskı ve sansürün her dönemde olduğunu ve bundan sonra da olacağını kaydetti. İngiliz şair ve hiciv yazarı John Milton’un ifade özgürlüğü konusundaki ünlü metni Areopagitica’dan da bahseden Dağıstanlı, Osmanlı entelektüellerinden Kâtip Çelebi’nin de “Muhammed 40’ında peygamber olduğuna göre Muhammed’in annesi ve babasını Müslüman saymalı mıyız saymamalı mıyız” tartışmasına kitabında yer verdiğini ve kitaptaki ilgili bölümünün sansürlendiğini hatırlattı.

Gazeteciliğin aslında 2. Abdülhamit’in İstibdat Döneminde oluştuğunu kaydeden Dağıstanlı, “Baskı her dönemde oldu ve olacak. Önemli olan baskı altındayken neler yapabildiğimiz” dedi ve “Gazetecilik faaliyetini yaparken de mücadele etmemiz gerekir” diye ekledi.

Gazetecilerin kendi kelimeleriyle direnmesi gerektiğini söyleyen Dağıstanlı, “Etikten bahsediyorsak hükümetin ürettiği kelimeleri değil, kendi kelimelerimizi kullanmalıyız” dedi. Bir kadının bir erkeği reddetme bedelinin ölüm olduğunu lanse eden haber dilinden vazgeçmemiz gerektiğini, bu dili kanıksadığımızı ve gazetelerin dilinin bunlarla dolu olduğunu belirten Dağıstanlı, bu tezini Akşam Gazetesinin “Ayşe eski sevgilisi Ahmet’in ilişkiye devam etme talebini canıyla ödedi” başlıklı haberiyle örneklendirdi. Dağıstanlı konuşmasını şöyle sonlandırdı: “Evet, hükümetin dilini sorgulayalım fakat kendi dilimizi de sorgulamalıyız. Çünkü sorgulamazsak fark etmeyiz, fark etmeden zehir saçıyoruz”

Ülsever: “Etik, Türkiye’deki gazetecilerin içine atılma korkusu girince bozulmaya başladı”

Yurt Gazetesi Yazarı, Koç Üniversites’nden Dr. Cüneyt Ülsever, “Lütfen siz bizim gibi olmayın, ne olursanız olun, bizim neslimiz kadar rezil gazeteciler olmayın” diyerek genç iletişimcilere bir tavsiyeyle başladı.

Ülsever, bir askerin “ölmek istemiyorum” diyerek askerlik yapamayacağını, aynı şekilde medyada fikir üreten veya fikre yön veren kişilerin de bu “atılırım korkusu” içinde olmamalarını söyledi.

Tecrübelerini anlatan Ülsever, 28 Şubat’ta, Süleyman Demirel ve AKP dönemlerinde toplamda Hürriyet Gazetesinde çalıştığını, 2011 yılında ise Hürriyet’ten kovulduğunu söyledi. Otoriteyle her zaman bir problemi olduğunu söyleyen Ülsever, işten çıkarılma korkusunun Türk medyasında 2006-2007 yılları arasında başladığını, ondan önce medya çalışanlarında böyle bir korku olmadığını söyledi.

Ülsever, “Bugün neyi yazsak da öne çıksak” yerine, “aman neyi yazmayalım da şimşekleri üzerimize çekmeyelim” döneminde olduğumuzu belirtti. Ülsever, “Etik ise Türkiye’deki gazetecilerin içine atılma korkusu girince bozulmaya başladı” diyerek konuşmasını bitirdi.

Uyar: “Gazete çalışanlarının yalnızca %1’i sendikalı”

Panelin son konuşmacısı TGS’den Emine Uyar’dı. Evrensel Gazetesinde ve Hayat Televizyonunda da çalışan Uyar, “Bu ülkede 7 gazetenin aynı manşetle çıktığını, kadın katliamcılarının TV programlarına konuk edildiğini de gördük” diyerek başladı konuşmasına. Uyar, “Yazılarından, programlarından büyük keyif aldığımız, ülkede böyle haberciler olmalı dediğimiz insanların çalışacak bir yer bulamaz hâle geldiklerini de gördük” dedikten sonra, TGS’nin ve Gazeteciler Cemiyetinin ortak hazırladığı rapora göre gazete çalışanlarının yüzde 1’inin sendikalı olduğunu belirtti. İçinde bulunulan durumun en önemli nedenlerinden birinin “örgütlenmemek” olduğunu söyleyen Uyar, “Bizler doğru ve hızlı haber yapmanın, insanca koşullarda çalışmak isterken bunun örgütlenmeyle sağlanacağının farkında olmalıyız” dedi.

Kalafat: “Basın etiği bir süreçtir”

Paneli bitiminden önce, paneldeki konuşmaları özetleyen Bianet Genel Yayın Yönetmeni Haluk Kalafat, 1. Medya Günlerinde de “Medya ve Etik” konusunu konuştuklarını, bu konunun sürekli konuşulması gerektiğini belirtti. Kalafat bunun nedenini şu sözlerle açıkladı: “Burada biz ahlaktan bahsetmiyoruz, basın etiği diye adlandırmamızın bir nedeni var. Ahlak bir inanç sisteminin size verdiği koşulsuz itaat ettiğiniz doğrular manzumesidir; etik kurallar ise tartışılmaya açıktır ve hatta muhtaçtır aslında”.

Basın etiği konusunun sürekli tartışma gerektiren bir alan olduğunu söyleyen Kalafat, “Gazeteciliğe başladığınızda yapacağınız iş, sürekli kendinize sorular sormak olmalı” dedi ve o soruları şöyle sıraladı: “Yaptığım şey doğru mu”, “eksik bir yer bıraktım mı”, “bu haberi nasıl yapmam gerekiyordu”, “böyle ifade edersem anlatmak istediğim şekilde anlaşılacak mıyım”.

Basın etiği hakkında bazı genel çerçeveler kullanmanın mümkün olduğunu ifade eden Kalafat, “Kesin yargıların ortaya çıkardığı bir kurallar bütünü oluşturamayız. Aksi takdirde basın etiği değil basın ahlakı oluşturmuş oluruz” dedi.

Tuğrul Eryılmaz: “Haberiniz sansürleniyorsa iyi haber yakalamışsınızdır”

Medya Günlerinin ikinci paneli “Medya ve Sansür” üzerineydi. Modaretörlüğünü İEÜ’den Yrd. Doç. Dr. Zafer F. Yörük’ün yaptığı panelin konuşmacıları, İstanbul Şehir Üniversitesinden Prof. Dr. Nezih Erdoğan, Avukat Fikret İkiz, Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı ve Gazeteci Tuğrul Eryılmaz’dı.

Sansürün çeşitli yönlerinin tartışıldığı oturumda, sansürün ortaya çıkışı, sansürün hukuki boyutu, gazetecilerin sansüre karşı alması gereken tavır, sansürün ve baskının aslında içinde barındırdığı trajikomik durumlar üzerinde duruldu.

Erdoğan: “Sansürün had safhaya çıktığı dönemler vardır”

Panelin ilk konuşmacısı İstanbul Şehir Üniversitesinden Prof. Dr. Nezih Erdoğan’dı. Yeşilçam’a uygulanan sansür üzerinde duran Erdoğan, “Sansürün had safhaya çıktığı dönemlerin olduğunu” söyledi. Amber adlı Yeşilçam filminde, Genelkurmay’dan gönderilen film denetleme görevlisinin filmin bir sahnesinde bavulda görünen “gel tezkere gel” yazısının çıkarılmasıyla filmin gösterime girebileceği söylemesini hatırlatan Erdoğan, Yeşilçam’da bunun gibi birçok örnekle karşılaşabileceğimizi söyledi.

İkiz: “Sansürü sıkıyönetim olarak algılayabiliriz”

Panelin ikinci konuşmacısı Avukat Fikret İlkiz, “Sansür sıkı denetim demektir. Bu yüzden sansür denildiğinde doğrudan sıkıyönetim olarak algılamamızda hiçbir sorun yoktur” diye başladı konuşmasına. Basın için ilk nizamnamenin Abdülhamit döneminde yürürlüğe koyulduğunu aktaran İlkiz, tıpkı Yeşilçam’a getirilen sansür gibi TRT’de de uygulanan sansürden bahsetti. İlkiz, toplumun ahlaki değerlerini olumsuz etkilediği gerekçesiyle yayınlanması yasaklanan, sansür uygulanan Türk sanat müziklerini hatırlattı.

Kozağaçlı: “Devrimci gazeteciliğe ihtiyaç var”

İlkiz’in ardından konuşan Çağdaş Hukukçular Derneği Başkanı Avukat Selçuk Kozağaçlı, medyanın gidişatını “gayet heyecanlı” ve “endüstriyel” bulduğunu söyledi. Medya çalışanlarının biriciklik duygusundan kurtulmaları gerektiğini ekleyen Kozağaçlı, “Parasını veren kişinin çıkarları için çalışmak kadim bir insan alışkanlığıdır” şeklinde konuştu.  Kozağaçlı, “Ben sana senin paranla küfretmek istiyorum modeli”nin bir başka gazetecilik hayal etmeden işe yarar bir model olmadığını, devrimci bir gazeteciliğe ihtiyaç olduğunu dile getirdi.

Anayasaları “liberal yalanlar” diye niteleyen Kozağaçlı, “Sıkıyönetim hukuk devletinin ayrılmaz bir parçasıdır. Hem hukuk devletine inanıp hem de sıkıyönetimle mücadele edemezsiniz. Doğal hukuk, bir burjuva ideolojisidir. Bugüne kadar anayasa hiç kimsenin hayatını korumamış, hiçbir açın karnını doyurmamıştır” dedi. Kozağlı, “Artık devrimin güncel olduğunu kabul etmeliyiz” diyerek konuşmasını bitirdi.

Eryılmaz: “İyi bir gazeteci iktidara her zaman kuşkuyla bakar”

Panelin son konuşmacısı, gazeteci Tuğrul Eryılmaz, gazetecilerin sansür uygulamalarının altından kalkmakla yükümlü olduğunu belirtti. Eryılmaz, “Gazeteciliği öldüren şey, iktidara yaklaşmaktır. İyi bir gazeteci iktidara her zaman kuşkuyla bakar, o kuşkuyu kaybettiğiniz anda artık siz gazeteci değilsinizdir” dedi. Gazetecilik öğrencilerine seslenen Eryılmaz, “Ayağa kalkın ve bu işi yapmayı deneyin. Bu mesleğin çok iyi kadın ve erkeklere ihtiyacı var” diye konuştu. Eryılmaz, “Birileri haberin yapılmamasını istiyorsa, sansürlenmesini istiyorsa çok güzel bir haber yakaladınız demektir” diyerek sözlerini sonlandırdı.

Keçi Edebiyat Dergisi ve elektronik dergicilik konuşuldu

Medya Günlerinin ilk günüdeki son panelin konusu, Keçi Edebiyatıydı. Elektronik bir edebiyat dergisi olan Keçi’nin adına Halil Türkden konuştu.

Türkden: “Elektronik dergilerin ulaşabileceği adres sayısı çok daha fazla”

Halil Türkden, “10 yıl sonra sansür uygulayacak olanlar yine bu çocuklar. O yüzden gençlerin, tabiri caizse, hayata dokunuşu bizlerin elinde. Bu noktada edebiyatın eğitimdeki yeri çok önemli” dedi. Edebiyatın içinde iyiyi ve kötüyü bir arada barındırdığını söyleyen Türkden, Keçi’nin yazarlarından Adnan Binyazar’ın şu sözünü aktardı: “Edebiyat öğretmez ama edebiyatın öğrettiğini de hiçbir şey öğretmez”. Keçi’nin bir edebi içerik üretmediğini, edebiyat üzerine fikir ürettiğini, bir bakıma edebiyatla felsefeyi birleştirdiğini söyleyen Türkden, Keçi’nin elektronik bir dergi olduğunu ve elektronik dergilerin basılı bir derginin ulaşabileceği adres sayısından çok daha fazlasına ulaşabildiğini söyledi.

İzmir Medya Günleri (2) (600x328)

Türkiye medyasında artan ötekileştirme girişimleri konuşuldu

Medya Günlerinin 2. günü “Medya ve Ötekileştirme” paneli ile başladı. Moderatörlüğünü Bahçeşehir Üniversitesinden Öğr. Gör. Mahmut Çınar’ın yaptığı panelde, Evrensel Gazetesi muhabiri Özer Akdemir, Milliyet gazetesinden Belma Akçura, Ege Üniversitesinden Doç. Dr. Ahmet Talimciler, dokuz8haber’den Gökhan Biçici ve Birgün Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Barış İnce konuşmacı olarak yer aldı. Oturumun açılış konuşmasını yapan Mahmut Çınar, sözü Evrensel Gazetesi’nden Özer Akdemir’e bıraktı.

Akdemir: “Bizim için ‘bunlar gazeteci değil, militan’ diyorlar”

Evrensel Gazetesi muhabiri Özer Akdemir, Türkiye medyasında da egemenlerin anlayışına ters düşen söylemlerde bulundukları için ötekileştirilen bir kesim olduğunu söyledi. Egemen anlayışı ve sistemi eleştirdikleri için öteki medya, bazen de bir kısım medya olarak adlandırıldıklarını belirten  Akdemir, “Bazen bizim için ‘bunlar gazeteci değil, militan’ diyorlar” dedi.

Akdemir, farklılıkların bir kazanım olarak görülmediği tek tip sosyal ve siyasal sistemin istenildiği yerlerde, öteki diye adlandırılan kişilerin doğrudan suç işlemiş olarak algılandıklarını söyledi. “Kendimiz olmak için ötekiye de ihtiyacımız var” diyen Akdemir, medyadaki ötekileştirmeyi algılamak için egemenlerin kullandığı dilin sorgulanması gerektiği üzerinde durdu.

Akdemir, “İktidar sahipleri belli bir kesimin sözcüsü gibi davranıp söylemlerinde bir kesimi ötekileştiriyorsa doğal olarak medya da onların söylemleri ile işliyor. Medya organları çoğu zaman devletin bir kurumu gibi hareket ediyor. Devletin bekası, milletin birlik ve beraberliği gibi kendilerine bir takım misyonlar yüklüyorlar. Böyle egemenlere göbekten bağlı olunan bir durumda basın özgürlüğünden bahsetmek mümkün olmuyor” dedi.

Akçura: “Benim haber kaynağım ötekileştirdiğimiz gazeteler”

Milliyet Gazetesinden Belma Akçura, Türkiye’de herkesin bir ötekisi olduğunu söyledi. Gazeteler için de aynısının geçerli olduğunu dile getiren Akçura, merkez medya dışında söylemler yürüten gazetelerin ötekileştirilmeye mahkûm olduğunu belirtti.

Yıllarca insan hakları üzerine haberler yaptığını belirten Akçura’ya göre, Evrensel, Özgür Gündem gibi ötekileştirilen gazetelerdeki işkence/hukuksuz yargı haberlerini ana akımdaki meslektaşlarına gösterdiğinde, ana akımda çalışan gazeteciler, bu haberlere keskin dillerinden dolayı güvenilir bulmadıklarını söylüyor.

Ötekileştirilen gazeteler hakkında konuşmaya devam eden Akçura, “Bir süre sonra Özgür Gündem’de gördüğüm işkence haberini alıyordum, onun üzerinden haberi devam ettiriyordum. Haberin mağdurlarıyla konuşuyordum, avukattan bilgiler alıyordum. Özgür Gündem, ‘Katiler hâlâ elini kolunu sallayarak geziyor’ yazıyorsa ben, bu haberin iletişim formatını değiştirerek  ‘Dava AİHM’e gidiyor’ diyerek haberi giriyordum. Ve hemen hepsi manşette oluyordu. Bana kaynağımı gelip soruyorlardı fakat haberi nerden bulduğumu söylemiyordum. Oysa hepsini Evrensel’den, Özgür Gündem’den alıyordum. Benim haber kaynağım ötekileştirdiğimiz gazeteler” diye konuştu. Akçura, “Bir işkence davasını gazetecinin kendi sözleri ile yazması gerekmiyor, o kısmı hukuk dilini kullanarak yazdığınızda doğru olan ortaya çıkıyor zaten” diye de ekledi.

Belma Akçura, “Türkiye medyasının öteki yaptıklarını anlayabilmemiz için devletin öteki algısını neye göre kime göre ifade ettiğini görmemiz gerekiyor” dedi. Türkiye’nin her dönemde bir iç düşman yarattığını söyleyen Akçura, sözlerini şöyle sonlandırdı: “Devletin dili neyse basının haber dili de o noktada evriliyor”.

İnce: “Berkin’in annesi yuhalatıldığında ben bir gazeteci olarak nasıl hiçbir şey olmamış gibi davranabilirim”

Akçura’nın ardından sözü alan Bir Gün Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Barış İnce, “Biz Marksistler medyayı devletin ideolojik aygıtı olarak açıklarız. Medya içerisinde bazı ötekileştirme usulleri vardır. Bunların bir tanesi de görmemedir. Görmeme haber değeri taşısa dahi haberleştirmemeyi, bu şekilde ötekileştirmeyi içerir” diye sözlerine başladı.

Medyada yer alan iş cinayeti-iş kazası ayrımının, hükümetin söylemine ve patronun bakış açısına göre şekillendiğini söyleyen İnce, “Sanılanın aksine en fazla ötekileştirilenler etnik gruplardan ziyade işçi, emekçilerdir yani yoksullardır. Bunun nedeni 1980 sonrası medyanın dönüşmesi ve yeni dönüşmüş medya içerisinde sermaye sahiplerinin medya sahibi olmasından kaynaklıdır” dedi.

Bir Gün Gazetesinin fazlasıyla ötekileştirme yaşadığını söyleyen İnce, “Gezi direnişinden önce sabah programlarında bizim manşetlerimiz kolay kolay okunmazdı. Medya sitelerinde Bir Gün Gazetesine yer verilmesi için çok uğraştık. Şimdi istemeseler de görmek zorundalar. Çünkü ciddi bir okur kitlemiz var” diye konuştu.

Gezi Direnişinde gazetecilik etiği açısından çok doğru olmayan içten bir dil kullandıklarını belirten İnce, “Biz gazeteci olarak aslında sizden biriyiz. Aynı zamanda orada direnenler de bizleriz. Berkin’in annesi yuhalatıldığında ben bir gazeteci olarak orda nasıl hiçbir şey olmamış gibi davranabilirim? Hümanizm veya herhangi bir duygudaşlık gazetecilerde kalmamış” diyerek sitemde bulundu. Barış İnce, “Bizim umursadığımız şey halkın bizi fark etmesi ve halk tarafından yalnız olmadığımızı hissetmek” diyerek sözlerine son verdi.

Talimciler: “Ötekileştirme en çok futbolda yapılıyor”

Panelin dördüncü Konuşmacısı Ege Üniversitesi’nden Doç. Dr. Ahmet Talimciler oldu. Ötekiyle kurulan ilişkinin sakat bir zemin üzerinde ilerlediğine değinen Talimci, nefret suçu, milliyetçilik ve ötekileştirme meselesinin en net işlendiği alanın futbol olduğunu söyledi.

Medyanın özellikle kadınlarla ilgili haberlerde ötekileştirme yaptığını, spor basınının da bunu çok sık yaptığını söyleyen Talimci, “Bolu belediyesi 2. ligdeki kadın voleybol takımı ile ilgili afiş hazırlıyor, ‘Filenin sultanları sahaya çıkıyor’ diye. Afişinin üstüne voleybolcuların bacakları açık olduğu için bacakları üstüne edep yahu yazılarak kapanıyor” diyerek görsellerle de ötekileştirmeye örnekler verdi.

Biçici: “Türkiye’de medya hiçbir zaman özgür olmadı”

Moderatör Mahmut Çınar, Gezi Direnişi sırasındaki aktif muhabirlerinden, şimdilerde ise başka bir alternatif mecrayı harekete geçirmek için çalışan dokuz8haber’den Gökhan Biçici’ye panelin son konuşmacısı olarak sözü verdi. Biçici, “Ötekileştirme kavramı aslında benim mesafeli durduğum bir kavramdı. Ancak bir algı bir durumu iyi anlatmaya başlamışsa siz de onu kullanmaya devam ediyorsunuz, ötekileştirme de böyle bir kavramdır” diyerek kavramsal bir açıklamayla konuşmasına başladı.

Türkiye’nin her zaman canlı bir laboratuvar olduğunu söyleyen Biçici, özellikle Gezi ile başlayan sürecin tüm dünyanın ilgisini buraya çektiğini söyledi.

Gökhan Biçici, “Türkiye’de medya hiçbir zaman özgür olmadı. Her zaman bir sansür, otosansür dayatması oldu. Bunları yeri geldi gazetecileri tutuklayarak, yeri geldi öldürerek son yıllarda ise ekonomik şiddet yöntemiyle işsiz bırakarak yapıyorlar” dedi.

Medyayı kontrol altında tutmak için en sistematik çabayı gösterenin AKP olduğunu söyleyen Biçici, AKP’nin geldiği günden beri medyayı kontrol altına almaya çalıştığını, tam başarılı olduklarını düşündüklerinde de Gezi Olayları ile bu durumun biraz kırıldığını ifade etti.

Çınar: “Alternatif olabilmenin yolu nefret dilini kullanmayı reddedebilmekten geçiyor”

Medya ve Ötekileştirme başlıklı panelin moderatörü Bahçeşehir Üniversitesinden Öğretim Görevlisi Mahmut Çınar, konuşmacılara teşekkür ederek konuyla ilgili toparlayıcı bir konuşma yaptı.

Mahmut Çınar, “Medya, iktidar ile bağlantılı olan bir alandır. İşin içine para girdiğinde ister istemez iktidar ile bir bağlantı içine giriyorsunuz” dedi. Çınar, “Bir takım kimlikler anormal olarak kabul ediliyor. İktidarın anormal olarak işaret ettiği kesimler medya tarafından tekrar anormal olarak sunuluyor” şeklinde konuştu. “Türkiye’de gazetecilik geleneği padişahın buyruğu ile çıkarılmış bir gazetemiz var bizim” diyen Çınar, “Alternatif olabilmenin yolu nefret dilini kullanmayı reddedebilmekten geçiyor” dedi.

Onlar futbola soldan bakanlar

Medya Günlerinin ikinci günündeki ikinci panel, Futbol Sadece Futbol Değildir başlığı ile yapıldı. Moderatörlüğünü Taraftar Hakları Derneğinden Burkal Efe’nin yaptığı panelde konuşmacılar, spor yorumcusu Fatih Atlay, Fanatik Gazetesi yazarı Cem Dizdar ve Beşiktaş Halkın Takımı, Gençlerbirliği Karakızıl, Beşiktaş Çarşı, Galatasaray Tek Yumruk, Fenerbahçe Sol Açık, Viva Göztepe, Gençlerbirliği Karakızıl, Yeşil Cephe Denizlispor taraftar gruplarının temsilcileri oldu.

Taraftar Hakları Derneği: “Renklerimiz ayrı dertlerimiz aynı”

Taraftar Hakları Derneğinden Burkal Efe, 2012 yılında kurulan derneklerinin amacını “taraftarları ortak haklar mücadelesinde ‘Renklerimiz ayrı dertlerimiz aynı’ sloganı ile bir araya getirmek” şeklinde açıkladı. Taraftarları önce sahada bir araya getirdiklerini söyleyen Efe, “Alsancak Stadının yıkılıp yerine alışveriş merkezi yapılması kararına karşı Taraftar Hakları Derneği olarak bir çağrı yaptık ve İzmir’deki tüm futbol takımlarının taraftarlarını toplayarak tarihi bir miras olan Alsancak stadını savunduk, bu karara hep birlikte karşı durduk” dedi.

Taraftarların yalnızca şiddet olaylarıyla anılmasının yanış olduğunu söyleyen Efe, “Taraftarların da söyleyecekleri sözler var. Futbolumuzun bu kaos ortamından sıyrılabilmesi için taraftarların ortak aklıyla yeni bir futbol iklimi yaratmamız gerek ve bunu ancak örgütlü bir şekilde birlikte olabilirsek başarabiliriz” diyerek sözü diğer konuşmacılara bıraktı.

Çarşı: “Baskı sadece stat içinde değil”

Beşiktaş Çarşı Grubundan Murat Kaplan, “Taraftarlar sadece statlarda değil, her yerde 6222, passolig, e-bilet gibi üstümüzde uygulanmaya çalışılan yasalara karşı birlikte mücadele vermeli” dedi. Baskının sadece stat içinde değil, maçtan önce ve sonra, spor programlarında, psikolojik olarak her durumda yapıldığını söyleyen Kaplan, konuşmasını şöyle bitirdi: “Mücadelemiz uzun soluklu bir mücadeledir”

Sol Açık: “Hayata nasıl soldan bakıyorsak futbola da tribüne de soldan bakıyoruz”

Fenerbahçe Sol Açık temsilcisi: “Futbol sadece futbol değildir. 19. yy’da Britanyalılar tarafından bulunan bu oyun işçi sınıfının boş zamanlarını geçirmesi için çamurlu sahalarda çaputları top hâline getirerek aralarında hiçbir rekabet olmadan oynadığı bir oyun futbol” diyen Sol Açık temsilcisi, “Zaman geçtikçe her şeye meta olarak bakan kapitalizmden futbol da nasibini aldı. Bizler muhalif taraftar gruplarıyız. Hayata nasıl soldan bakıyorsak futbola da tribüne de soldan bakıyoruz” şeklinde konuştu.

Statların, tribünlerin de birer mücadele alanı olduğunu Gezi Direnişi sonrasında öğrendiklerini aktaran Sol Açık temsilcisi, Gezi’den önceki ve sonraki hâli şöyle anlattı: “Daha önce nasıl olduğunu bilmediğimiz bir şekilde birbirimizin gırtlağına yapışmışken tamamen sahte bir düşmanlık olan bu düşmanlığı atarak ortak düşmana karşı bütün renkler birleşerek sisteme karşı geldik”. “Toplumu zapturapt altında tutmak isteyenler statları da baskı altında tutmak istiyorlar” diye konuşan taraftar grubu temsilcisi, Passolig’in ekonomik yönüne şu sözlerle vurgu yaptı: “Sorgulamadan gelen sürekli para akıtan, bilet alan forma alan sorgulama yapmayan taraftarlar istiyor. Passolig’i bu yüzden çıkardılar”

Viva Göztepe: “Şiddet meselesi toplumsal bir olgudur”

Viva Göztepe temsilcisi, “Şiddet meselesi toplumsal bir olgudur” dedi ve ekledi: “Lig başladığından beri bir deplasmana dahi gidemedik. Passolig gibi dayatmalarla şiddetin önüne geçilemez”.

Halkın Takımı: “Tribündeki taraftar profilini, taraftar kendisi belirlemeli”

Beşiktaş Halkın Takımı temsilcisi Hakan Kirezci konuşmasına, Suphi Nejat Ağırnaslı’nın nezdinde “Kobanê direnişine Halkın Takımı’ndan selam” göndererek başladı. Kirezci, “Eskiden herkesin ayrı bir stadı yoktu” dedi. Derbilerdeki şiddet olaylarından da bahseden Kirezci, “Yarı yarıya derbilerde şiddet olmuyordu. Yarı yarıya derbilerin kalkmasını kombine sistemine dayandırıyorum. Kombineler tribündeki taraftar profilini kontrol etme yetkisini kulüplere verir” şeklinde konuştu ve taraftar profiliyle ilgili şöyle konuştu: “Tribündeki taraftar profilini taraftar kendisi belirlemeli. Bu yetkiyi çeşitli yöntemlerle yönetimin eline verdiğiniz zaman otomatikman iktidarın eline vermiş oluyorsunuz”.

Yeşil Cephe: “Yeşil Cephe olarak bazı kazanımları edinmek için çok uğraştık”

Denizlispor Yeşil Cephe taraftar grubu, “Biliyorsunuz, Gezi Parkı döneminde televizyonlarda penguenler çıkıyordu. Denizli’deyken bilmiyorduk Gezi’de olup bitenleri; sonra sosyal medya aracılığı ile öğrenmeye başladık. Denizli’de de sokağa çıkılmaya başlandı en sonunda. Biz Yeşil Cephe olarak bazı kazanımları edinmek için çok uğraştık, burada belki de taraftar grupları içerisinde Passolig almış tek taraftar grubu biziz. Bunun sebebi de Denizlispor tribünlerini iktidar yanlısı gruplara karşı sahipsiz olmadığını göstermek” dedi.

Tek Yumruk: “Futbol sahada oynanılan ve sahada kazanılan bir oyun olarak kalmalı”

Galatasaray Tek Yumruk temsilcisi, “Ben burada izleyici olarak günümüz futbolundan tatmin olan biri olduğunu düşünmüyorum. Futbol sahada oynanılan ve sahada kazanılan bir oyun olarak kalmalı. Bizler bir arada olabilme meselesinin gerçeklemesini savunuyoruz. Deplasman yasaklarına karşı rakibime dokunma şeklinde bir şiarımız var” dedi.

Karakızıl: “Muhalif özgürlük haykırışlarını tribünlerden silmek için passolig’i çıkardılar”

Gençlerbirliği Karakızıl taraftar grubu temsilcisi, “Bu kadar farklı renklerin burada bir arada olması beni duygulandırıyor. 5-10 sene önce bu tarz organizasyonları düşünemezdim. Gezi Direnişiyle birlikte sesimiz daha gür çıkmaya başladı. 31 Mayıs gecesi Ankara’da gaz fişeğiyle gözünü kaybeden Murat Özdemir kardeşimizin çektiği acıları, yaşadıklarını duyurmak için o sezonun ilk maçı olan Akhisar Belediyespor maçında yaklaşık 500-600 kişiye göz bandı aldık ve dağıttık. 90 dakika boyunca kimse futbolu düşünmedi, o anlarda herkes özgürlük mücadelesini dile getirdi. Hiçbir zaman o gün olduğu kadar gür çıkmamıştı Gençlerbirliği tribünün sesi. Şimdiyse muhalif özgürlük haykırışlarını tribünlerden silmek için passolig’i çıkardılar” dedi.

İzmir Medya Günleri (3) (600x259)

Dizdar: “E-bilet tasarımı esasen Gezi Parkından çok önce düşünülmüştü”

Fanatik Gazetesi yazarı Cem Dizdar, “Futbol artık bu kadar eşitliksiz bir oyunken sahada oynanılan ve sahada kazanılan bir şey olmaktan çıktı” dedi. Futbolda birçok “tezgâhın” ortaya çıktığını söyleyen Dizdar, “Stadyumlar iktidarın dayattığı siyasi kavgadan bağımsız değildir. E-bilet tasarımı esasen Gezi Parkından çok önce düşünülmüştü” diye konuştu ve ekledi: “Futbol oyunu oynanan bir şey olmaktan izlenen bir şey olmaya evrildikten sonra hepimizi bir tür alışveriş nesnesi hâline getirdiler. 60’larda 70’lerde oynanan futbolla bugünkü aynı değil. Hâliyle analizlerimiz de bugünkü gerçeklikten kopmamalı” diyerek konuşmasını bitirdi.

Atlay: “Taraftarlık hakkı artık diğer yaşam haklarından biri”

Spor yorumcusu Fatih Atlay, “Taraftar kültürünü var eden milyonlarca insan var. Taraftar hakları artık insanların diğer yaşam hakları yanında savunulması gereken haklardan bir tanesi” dedi. Spor muhabirlerinin güvencesiz çalışma koşullarına tabi olduğu söyleyen Atlay, “Galatasaray Spor Kulübünün kapısında sadece haber iletmek için stat kapısından bakan bir Galatasaray muhabiri sıkışarak öldü” diyerek Sabah Gazetesi foto muhabiri Erkan Koyuncu’nun ölümünü hatırlattı.

Muhabirler bu konuya somut bir şekilde tepki vermek için Galatasaray Lisesi önünde bir eylem yaptı fakat gelen muhabir sayısı 8’di. Kapıda sıkışarak ölen, bir mesleği yapan insanların yaşadıkları sorunlara tepki gösteremeyecek duruma gelmesi medyanın da acı hâlinin göstergelerinden biri” diyerek konuşmasını bitirdi.

Yeni bir yaşam alanı olarak sosyal medya

Medya Günlerinin üçüncü gününde, sosyal medyanın hayatımızdaki etkileri “Sosyal Medya Kullanımı” başlıklı panelle tartışıldı. Panelin konuşmacıları Bahçeşehir Üniversitesi’nden Öğretim Görevlisi Fırat Erdoğmuş ve son dönemde Twitter’den esprili ve muhalif içerikler paylaşan Atilla Taş oldu.

Erdoğmuş: “İnsanlar sosyal medyayla birlikte kişilik manipülasyonlarına uğradı”

Fırat Erdoğmuş, “kim düşürdü bizi bu internetlere” diyerek başladığı konuşmasında medyanın uzantımız hâline geldiğini söyledi ve ekledi: “Öyle ki, yangından kaçarken bile insanların ilk sarıldıkları şeyin telefonlar”.

Üzerindeki optik ekran sayesinde giyilebilir bir bilgisayar hâline dönüşen Google Glass’ı takıp çekimler yaparak sunumuna devam eden Erdoğmuş, “Hayal ettiğimiz, bilim kurgu dediğimiz şeyler artık elimizin altında” dedi.

Sosyal medyada insanların başka kişiliklere büründüğüne de değinen Erdoğmuş, “İnsanlar sosyal medyayla birlikte kişilik manipülasyonlarına uğradı” ifadelerini kullandı.

Taş: “Eğer kendinizle dalga geçerseniz insanların elinden bu zevki almış oluyorsunuz”

Sosyal medyayla ilişkisinin profesyonel değil, daha çok içgüdüsel olduğunu söyleyen Atilla Taş, “Twitter’a ilk başta kendi adımla girmedim, bana karşı müthiş bir önyargı vardı. Ben en çok bu önyargılarla savaştım” dedi.

Popülerleşmesinin Gezi Direnişi sırasında attığı “Taksim’de bu kadar biber gazına gerek yoktu, ben bir konser versem insanlar dağılırdı” tweetiyle başladığını söyleyen Taş, “Gerçek şu ki, eğer kendinizle dalga geçerseniz insanların elinden bu zevki almış oluyorsunuz” diye ekledi.

Kariyer olarak sıfırı tüketmiş bir durumda bulunduğunu, albümlerinin satmadığı, konserlerine kimsenin gelmediğini kaydeden Taş, “Twitter bana kendi medyamı oluşturma fırsatı verdi” dedi. Küllerinden doğduğunu da sözlerine ekleyen Attila Taş, “Kariyerimi müzikal olarak devam ettirtemesem bile sosyal medyada kendime bir yer açtım. Daha önce siyasi tweetler atmıyordum ama Türkiye’nin içinde bulunduğu politik durum bazı olaylara seyirci kalmamıza engel oluyor” dedi.

Melih Gökçek’in bir tweetinden dolayı kendisine dava açtığını dile getiren Taş, “Twitter’da yediği hakaretleri bir roman olarak yazsam yepyeni bir küfür lügati çıkar” diye ekledi.

“Vine da bir yere kadar”

Medya Günlerinin üçüncü günündeki son panel, “Yeni Sinema” başlıklıydı. Panelin konukları vine fenomenleri olarak bilinen Ayberk Olgay, Aykut Elmas, Halil İbrahim Göker, Melike Çerçioğlu ve Uğur Can’dı.

Uzun videolar vine’ların verdiği tadı vermiyor

İnsanoğlunun sabırsız olduğunu, bu nedenle 6,5 saniyelik vine’ların insanlara daha çok hitap ettiğini söyleyen vine fenomenleri, uzun videolarda vine etkisi olmadığını söyledi. Yeni dönem için TRT ile anlaşan ekip, sansürün onlara da uygulandığını bu yüzden vine’da daha başarılı ve özgür olduklarını belirtti.

Sosyal medya fenomenlerinin gelecek hakkındaki planları konusunda yöneltilen sorulara Ayberk Olgay, “Ekip olarak vine’da devam etmek hedefimiz değil. İleride sinemaya da yönelmek istiyoruz” dedi.

Vine fenomenleri de öğrencilere sorularını yönelttiler. Fenomenlerin “Vine bugün var yarın yok diyor musunuz” sorusuna öğrenciler, sosyal medyanın ömrünün kısa olacağı ve televizyon sektörünün galip geleceğini şeklinde cevap verdi.

İzleyicilerden gelen vine fikirlerini çekmediklerini söyleyen Aykut Elmas, “Bu konuda egoist davranıyorum. Kendimin olmayan bir fikri çektiğim zaman çalmış gibi hissediyorum. Fikir sahibi insan özgüvenli olmalıdır, kendi de fikrini uygulayıp o vine’ı çekebilir” diye konuştu.

İzmir Medya Günleri (1) (600x382)

Sinemanın geleceği ne olacak?

Medya Günlerinin son günü, “Medya ve Sinema” başlıklı panelle başladı. Moderatörlüğünü İzmir Ekonomi Üniversitesinden Yrd. Doç. Dr. Aras Özgün’ün yaptığı panelde Bilkent Üniversitesinden Yrd. Doç. Dr. Andreas Treske, Ankara Üniversitesinden Doç.Dr. Sevilay Çelenk, Hrant Dink Vakfı ve Vicdan Filmlerinden Özge Kantarcı, Nişantaşı Üniversitesinden Yrd. Doç. Dr. Zeynep Özarslan ve Yaşar Üniversitesinden Zeynep Oral konuşmacı olarak yer aldı.

Panelde sinemanın geçmişi ve geleceği, dijital sinema ve medya ilişkisi, yakın geçmişte festivallerde sansürlenen filmler, sinema ve sansür ilişkisi konuları üzerinde duruldu.

Özgün: “Biz sinemayı medyanın bir parçası olarak görüyoruz”

Medya ve Sinema başlıklı panel, Aras Özgün’ün açılış konuşmasıyla başladı. Özgün, “Biz sinemayı medyanın bir parçası olarak görüyoruz. Medya bir kamuoyu yaratma aygıtı, Ulus Baker’in deyimiyle ‘kanaat makinası’. Sinema, Edison’dan bu yana eğlence endüstrisi, öte yandan da modern çağın en yetkin sanatsal ifade aracı” dedi.

Sinemanın her 10 yılda bir yenilendiğini ve kendini kurguladığını söyleyen Özgün, “Biz sinemacıların bir süredir aklına takılan soru, sinema ve medya ilişkisinin ne olacağı” deyip sözü diğer konuşmacılara bıraktı.

Çelenk: “Sinema artık cep telefonlarımızla cebimize kadar gelen bir deneyim”

Doç. Dr. Sevilay Çelenk, “Sinemanın bir pratik olarak nasıl işlendiğini medyadan bağımsız düşünmek mümkün değil. Sinemanın kendisi de aslında bir medya. Sinema her zaman gazetelerle, dergi çevirileriyle, televizyondaki tanıtımlarla kitlelerle buluşabiliyor” dedi.

Günümüz medyası aracılığıyla sanatsal anlamda çok nitelikli şeylerin de popülerleşebildiğini söyleyen Çelenk, bugünkü tartışmaların başında, günümüzün dijital sinemasında kimyasal süreçler olmadan, karanlık bir ortamda, ritüellere dayalı bir pratik olarak hâlâ sinemanın alıştığımız sinema tanımana uyup uymadığının geldiğini söyledi.

Doç. Dr. Çelenk, “Yeni medyada sinema artık karanlıkta biraz izole olmuş bir biçimde reel dünyadan koptuğumuz, daha büyülü bir atmosfere dayalı bir şey olmaktan çıktı. Artık cep telefonlarımızla cebimize kadar gelen bir deneyim oldu” şeklinde konuştu.

Yeni medya ve sinemanın ilişkisine dair tartışmaların bir yandan çok zihin açıcı, diğer yandan da kendisine çok anlamlı gelmediğini söyleyen Çelenk, “Bir tercih durumunda değiliz. Maruz kaldığımız olay yeni iletişim teknolojileri. Umutsuzluğa düşmek yerine içinde bulunduğumuz durumun bize sağladığı imkânları konuşmalıyız” diyerek sözlerine son verdi.

Özarslan: “Sinema salonları nostalji olarak mı kalacak”

Doç. Dr. Sevilay Çelenk’ten sonra sözü alan Yrd. Doç. Dr. Zeynep Özarslan, sinemaya yeni medya kavramlarıyla bakıldığında sinemanın geleceğini ve geleceğin sinemasının nasıl olacağı konuları üzerinde durdu.

Kullanıcının içerik üretebildiği yeni medya ortamlarında sinema açısından görüntünün ve sesin sayıya dönüştürülebildiğini söyleyen Özarslan, artık depolama işleminin kolay bir şekilde yapıldığını ve çok uzak mesafelere erişimin mümkün olduğunu belirtti.

Yeni medyanın dijitallik, etkilişimsellik, hipermetinsellik, yayılım, multimedya biçimselliği, sanallık gibi özelliklerine tek tek değinen Özarslan, “Gelecekteki sinemanın muhtelif sorunlarından bir tanesi sinema salonları olacaktır. Bireyselleşmiş kullanımla birlikte hareket hâlindeyken film izleme yaygınlaştı. Sinema salonlarının işlevselliğini kaybedebileceğini söyleyebiliriz. Sormamız gereken sorulardan biri ‘sinema salonları nostalji olarak mı kalacak’ olabilir” dedi.

Treske: “Sinemanın özünde herkese ulaşmak vardır”

Yrd. Doç. Dr. Andreas Treske, yeni medya düzeninin sinemayı etkileyebilmesine şu açıdan yaklaştı: “Gerçek sinema konuşuyorsak bunun özünden de bahsetmeliyiz. Sinemanın özünde de herkese ulaşmak vardır. Sinema aslında teknolojinin gelişmesiyle birlikte herkese ulaştı. Bu da sinemanın genel hedefidir” dedi.

Treske, vine’ların ve farklı uygulamaların geleneksel sinema anlayışının değişmesine neden olmayacağını, buna korkuyla bakmanın yanlış olduğunu söyleyerek konuşmasını sonlandırdı.

Oral: “Bize geyikle aslanın kapışmasını izletmek istiyorlar”

Yaşar Üniversitesi Film Tasarım Bölümünde Araştırma Görevlisi olan Zeynep Oral, 2012’de yaptığı bir belgesel sonucu sinemanın dönüştürme ve değiştirme gücüne bakış açısının tamamen değiştiğini belirterek konuşmasına başladı.

Büyük kitleleri değiştirmeye çalışmak yerine insanın önce kendisine ve çevresine dokunmasının önemine inandığını söyleyen Oral, “2012 yılında bitirme projesini hazırlamak için LGBT bireyler ve Siyah Pembe Üçgenle tanıştım ve onlarla ortak bir proje içine girip bir film çektim. Bu film Cannes’a da gitti ama benim en çok istediğim şey doğup büyüdüğüm Ordu’ya gitmesiydi” dedi. Filmi Ordu’ya götürdüğümde ana akım medyada LGBT üzerine yaratılan dili kanıksayan amcamların, dayımların film bittikten sonra gözlerinden yaşlar aktığını söyleyen Oral, “En azından benim yanımda bile artık böyle söylemlerde bulunmamaları bence büyük bir etkidir. O noktada artık kişisel olarak tamamdır, başardım diyebiliyorsun” dedi.

Antalya Altın Portakal Film Festivalinde, Gezi Sürecinde yapılmış bir belgeselin ve yönetmenin tacize uğramasını sinema sektörünün büyük bir ayıbı ve korkunç bir şey olarak nitelendiren Oral, belgeselin çok büyük bir dönüştürme gücü olmasına rağmen özellikle Türkiye’de dikkate alınmadığına dikkat çekti. Oral, “Belgesel olarak illa bize geyikle aslanın kapışmasını izletmek istiyorlar ve bu çok büyük haksızlık” dedi.

Kantarcı: “Vicdan filmlerinin amacı vicdanları görünür kılmak”

Panelin son konuşmacısı Hrant Dink Vakfından Özge Kantarcı oldu. Kantarcı, “vicdanın duygular mastürbe etmek” olmadığını, “bir tavır olarak bir yere konumlanmak” olduğunu söyledi.

Vicdan Filmleri projesinin 2009’dan beri devam ettiğini söyleyen Kantarcı, projenin ortaya çıkışının Hrant Dink’in “Sağduyunun ve vicdanın sesi suskunluğa mahkûm edildi, şimdi o vicdan çıkış yolu arıyor” sözü olduğunu belirtti.

Vicdan Filmlerinin amacının vicdanları görünür kılmak olduğuna değinen Kantarcı, “Vicdan Filmleri hem profesyonel hem de amatör kameralarla katılacağınız bir proje, www.vicdanfilmleri.com sitesinden 5 dakikalık kısa filmlerle vicdanlarınızı sokakta ne kadar görünür kılabileceğinizi göstermeye çalışıyoruz” dedi. Kantarcı, “Vicdanlarınızı sokakta görünür kılmak istiyorsanız siz de 11 Kasım’a kadar filmlerinizi bizimle paylaşın” diyerek konuşmasını sonlandırdı.

Haberi Duyur

Kısa Adres: http://gorunum.tk/6063
Yol: Ana sayfa » Yazılar » İzmir Ekonomi Üniversitesinde 2. Medya Günleri gerçekleşti

Yorumla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

El emekleri sergide

BELMEK'te eğitim gören kursiyerlerin eserleri Ankaralıların beğenisine sunuluyor. Altınpark'taki sergi yarın sona eriyor.

Kapat